TEKERRÜRCÜ VE TEKÂMÜLCÜ TEORİLERİN ÖTESİNDE

Dünya sistemi söylemini ciddiye almak Müslüman olsun olmasın her mazlumun sınıf bilincine ve siyaset yapma biçimine belli oranda müspet tesir edecektir. Dünya sistemi üzerine tartışmak bir bakıma kader üzerine kafa yormak gibidir. Konuşmadan yapamadığımız ve konuşarak asla sonuca vardıramadığımız meseleler cümlesindendir. İnsan başına ne geldiğini anladıkça ileride nelerle karşılaşabileceğine dair çıkarımlarda bulunarak yol alan, yani plan yapan, strateji geliştiren tek varlık. Hayatın akışı karşısında fazla kesinleyici yahut rastgele davranmamak şartıyla olmuş-olan-olacak arasındaki illiyet bağını aydınlatabilir, tedbirle takdirin kavuştuğu noktayı keşfe yaklaşabiliriz. Evet, bilinçlendikçe hem parçadan bütüne hem bütünden parçaya hareket etmek mümkündür. Fakat parça ve bütün hakkında bazı kanaatlere varışımıza bilinçlenme denemez. Bilinçlenme iki uç (cüz ve küll, ferd ve cemaat, vatan ve dünya) arasındaki salınımın bizatihi deneyimlenmesiyle, bu uçların daima birbirine açıldığının kabulüyle gerçekleşir. Varlığımızı idrak etme arzumuzun ve inancımızı ortaya koyma irademizin yekpâreliği nispetinde bilinçli sayılabiliriz. Bu bakımdan, dünya sistemini görmezden gelmemek ve gündemde tutmak bilinçlenme yolunda ciddi kazanç sağlayabilir.

Kritik meselelerin kaderi ya kördüğüm haline getirilmek ya da son ana kadar fark edilmemektir. Dünya sistemi fikri de bu akıbetlerden birine uğramaya aday. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de dünya sistemi söyleminin çeşitli sebeplerle karşıtları var. Fakat itiraz sebepleri farklı olsa da oldukça benzer işleve sahipler. Bu eleştiricilerin bir kısmı dünya sistemini “başından beri gerçeklikten uzak” görürken başka bir kısmı onu “karikatürize denecek kadar kadir-i mutlak” gösteriyor. Dünya sistemi fikrini başından beri gerçek dışı bulan inanışın en büyük sorunu kötülüğün tanımı, kaynağı ve hedefi konusunda bizi bir tür bilinemezciliğe sürüklemesidir. Öznesiz (veya nesneleşmiş), müşterek (veya çok-özneli), rastlantısal bir kötülük fikrini benimsemişlerdir. Dünya sistemini determinist ve mutlaklaştırıcı bir söylemle eleştirenler de hataya düşer. Tek özneli (veya hiyerarşik), çok nesneli (veya enternasyonal), mekanik bir kötülük tasavvurunu benimsemişlerdir. Bu sebeple kötülüğün tanımı, kaynağı ve hedefi konusundaki tavırları ne kadar kesinleyici ise bu cendereden kurtulma imkânı konusunda da o kadar kötümser bir hava yayarlar. 

Siyaset teorisinde adem-i merkeziyetçi, çoğulcu teoriler dünya sisteminin iki ayağından biri olan liberalizmden beslenir ve sistem üzerinden liberalizmi besler. Mutlakçı bir merkezin olduğu kabulü ve onun yerini alacak başka bir odağın olgunlaştırılması gerektiği iddiasıyla çıkan sosyalizmin durumu da farklı değildir. Dünya sistemi sosyalizm eleştirileri sayesinde antikor üretme kabiliyetini artırmıştır. Ayrıca sosyalizmi boşaltım sisteminin bir parçası hâline getirmiştir. Üstten yiyip mideyi dolduran, alttan çıkarıp bağırsağı boşaltan yan sistemler olmazsa organizmanın hayatta kalması mümkün değildir. Liberalizm “dünya sistemi diye bir şey yok, hem olsa bile bana zararı yok, çünkü rekabete hazırım” der. Sosyalizm “bütün kötülüklerin anası dünya sisteminin tekelciliğidir, bundan herkes zarar görür, o yüzden tekelciler rakip bir tekelcilikle dengelenmelidir” der. Böylece dünya sistemi, sisteme dâhil olan rekabetçilerin eliyle iç yapılarını mamur kılarken sistemin dışında olduğunu söyleyen rekabetçilerin eliyle/vesilesiyle surların dışını tahkim eder. 

Ne var ki iki ideoloji de küreselleşme vakıasına getirdikleri açıklamalarla açığa düşmekten kurtulamaz. Liberaller bir üst akıl olmadan böyle bir düzenin nasıl kurulduğunu ve en az iki yüz yıldır gelişerek nasıl sürdüğünü açıklayamamaktadır. Sosyalistler de tarihin gördüğü en büyük materyalist düzeni yeni bir materyalizm önererek nasıl yıkabileceklerini açıklayamamaktadır. Aynı çıkmaz ulusal ölçekte de yaşanmaktadır. Sağ yerel iktidarlar ulusal bağımsızlığı korumak için küresel sisteme eklemlenmenin zaruretini savunur. Sol yerel muhalefetler ise küresel iktidara evrenselci tezlerle karşı konulabileceğini iddia eder. Eylemleri ve söylemleri arasındaki çelişki dünya sisteminin ölümcül yaralar almasını engeller. Fakat sistemin gözünde zararsız olmaları yeterli değildir, yararlı olmaları da beklenir. O yüzden ürün kaldırılmak istenen coğrafyalarda sağcılar desteklenirken nadasa bırakılması gereken coğrafyalarda solculara göz yumulur. Böylece sistem kendi nesebine girmek isteyen yerel muktediri evin dışında (köle), kendinden kopmak isteyen yerel muhalifi evin içinde (uşak) tutarak dengesini ve mesafesini korur.

Bu iki ideolojinin ne kadar dışında olduğu tartışılır ama üçüncü bir yaklaşımdan da bahsedilebilir: Bu kimseler dünya sistemi fikrinin “artık geçersiz” olduğunu savunur. Yani bir zamanlar dünya sisteminin mevcut ve muktedir olduğunu kabul ederler. Ama artık bir dönüm noktasına gelindiğini, yapılması gerekenin bu dönüm noktasının ilkelerini ortaya koymak olduğunu düşünürler. Dönüm noktası için gereken momentumu yaratabilecek olgu-temenni karışımı bazı ihtimallerden söz ederler: ABD’de içe kapanmacı siyasetin işaretlerinin görülmesi sebebiyle Amerikan Yüzyılı’nın bittiğinin tartışılması, tarih boyu taşıdıkları kanlı bagajları ve ulusal hedeflerinin farklılığı sebebiyle AB’nin yakın gelecekte dağılacağı beklentisi, muhtemel bir Çin-Rusya-Hindistan işbirliğinin yaratacağı kıtalararası hareketlenme, küresel cihad fikrinin Müslümanlarda ümmet ve direniş şuurunu uyandıracağı beklentisi, tekno-kültürün konvansiyonel siyasi, askeri ve ekonomik güç odaklarını belirleyecek küresel etkinliğe ulaşması… gibi birçok hareket noktası söz konusu. Üçüncü yolcular bir tür entropik hareketliliğe ve tarihte yeni öznelerin sahne almasına bel bağlamış görünüyor. Bunlardan biri mi, birkaçı mı gerçekleşecek? Yoksa hiçbiri gerçekleşmeyecek mi? Bilmiyoruz. Stratejistler -tıpkı mühendisler gibi- elimize sadece bazı araçlar verebilir. Amaçları kendi kimliğimizden bulup çıkarmak zorundayız. Stratejistler bazı fırsatları işaret etme konusunda maharetli olabilirler, fakat bir fırsatın helal olup olmadığına asla aldırmazlar. 

Gerçek şu ki ne İsrail mallarını boykot edenler ne maaşlarını Amerikan dolarına çevirenler dünya sisteminin işleyiş prensiplerinin farkındadır. Ne Batı’ya diş biliyor denen BRICS davasının bizim hayrımıza olduğu ne Ortadoğu ve Akdeniz’deki hareketliliğin İslâmî bilince hizmet ettiği söylenebilir. İşte bu meyanda mutlaka cevaplanması gereken bir soru var: Türkiye’nin Suriye’leşmesi veya Suriye’nin Türkiye’leşmesi kapitalizme ve dünya sistemine entegrasyondan başka mânâ taşıyor mu? Cevap hayır ise kazananın kazıklandığı, kaybedenin kaybetmeye doyamadığı düzen hâlâ ayakta demektir. Dünyaya özgürce bakmamızı engelleyen tekerrürcü ve tekâmülcü teorilerin kısırdöngüsünü stratejistlerin teorileri değil, fertlerin kendi hayatlarından başlayarak helâl-haram ayrımını toplum hayatının her yerine yansıtması kıracaktır.

Muhammed SARI (23 Receb 1446 - 22 Ocak 2025)

ANISI BELLEĞİNDE

ifk fısk gasp kumkuması altında
türkün kırkı da çıktı gıkı çıkmadı hâlâ
 
hani cumhurdur bayraktır
marştır felan
nerde bu bacısını koparttığımın kopüla
 
nerde gâvurboğan?
tokena toka tarih
yapma denilmiştir dünyaları alsan trampa
 
dağlardan ovalara danalar gibi serhildan
süngü sınık pos bıyık tos duvara
 
kumarbaz şafağıdır bu güneşin 
ufukta yanpiri gidişinden bilirim
oynadığı bilinmez fakat hangi ata
 
kazıyyeden kaz ayağı
çevir kazı yanmasın ayağı göt ayağı tek siyasa
 
bit yeniği yenmez eniğin güttüğü kaz
haramdır değişmez
çubukla elle çatalla
 
çatalcadan zoru zoruna döndü talih
sokolludan beri sakal teşbihleri riskli zira
 
anasını bellediğimizin anısı belleğinde
byron churchill gladstone cümle veled-i zina
 
geldi hinde böldü hindi
öldü sir muhammad iqbal öldü ağzında berbat bir tatla
 
senede laf birkaç kez döner dolaşır
buraya gelir: türkler de gidecek mi baba?
 
laf ebesinin alfabesi çeşit
çeşitmiş çaşıdı soma somutmuş kümes koma
 
istemez ne kalkınma zengini
ne zengin kalkışı
bu ne tel maşa tansık bu ne bakırdan balkıma
 
halkıma daskı kaskosu taksiratı taksit taksit halka halka
askır öskür tüskür püskür hadi birşeyler artık ne olursa
 
bin ay aysız geçti yıldızsız geçti şahidiyim şarihi
olacağım şairi olmak e ne nen sonra
 
diriyim.
dirgenim.
dikenliyim.
la seyfe illa zülfikar ama ya o gencadam yoksa
 
kastı kavurdu karayel akçayel ağzı bozduk
abdesti bozmadık dinime imanıma
 
metro gecikti gecikmedi güneş
alnımda beni güne gönendiren o dingin ışıma
 
***
 
araplar ve kürtler, sen ve ben
olmayan bir senle ben miyiz
baş belası türkle başı belada

Lİ-HİKMETİN TARİH

Hata insan oluşumuzun parçası. Tarih li-hikmetin bir hatayla başladı. Dünya hayatı Âdem babamızın iblise kanmasıyla başladı. Hatanın olmadığı bir tarih mefhumuna yabancıyız. İnsan iblise kanmasaydı ne olurdu, bilemiyoruz. Yahut insanın cennette kaldığı bir anlatıyı zihnimiz almıyor. Muhal üzerinden konuşmak mevcudu anlamaya yaradığı için, yaradığı kadar anlamlıdır. Muhalden mevcuda gitmek mümkündür ve gereklidir; ama mevcuttan muhale gitmek, muhalden absürde varmak hayatı karanlığa sürükler. Mevcut, hikmete binaendir ve hikmete varmak içindir. 

İnsan cennette hata işledi ama hata işleme fikri yüzünden cennetten atılmadı. Hata fikrine kalbinde yer açan biri için belki menfi netice kuvvetle muhtemeldi; fakat fiil işlenene kadar ortada ne suç vardı ne de suçluluk duygusu. Esas olan insanın doğruda kalması fikri, cennetlik olduğu fikri idi. Öyle ki aynı esas dünya hayatında da kendini göstermişti: “Kim bir iyilik yapmak ister de yapamazsa Allah bunu yapılmış mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet bir kimse iyilik yapmak ister sonra da onu yaparsa Allah o iyiliği on mislinden başlayıp yedi yüz misliyle, hatta kat kat fazlasıyla yazar. Kim bir kötülük yapmak ister de vazgeçerse Allah bunu mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet insan bir kötülük yapmak ister sonra da onu yaparsa Allah o fenalığı sadece bir günah olarak yazar.” Hadis gayet sarih: Aslolan cennette kalmaktır, dünya hayatı muvakkattir. Bütün teşvik ve ikramlara rağmen yönünü cennete döndürmeyi bilemeyenler gün gelecek dünyada bile kalamayacaktır. Basit bir akıl yürütmeyle düşünürsek yolların dörtte biri, hadisteki ikramın büyüklüğünü hesaba katarsak belki sadece binde biri cehenneme çıkıyor. Yine de insanların çoğu bu dar yola girmiş görünüyor. Müslümanlar kendini bu güruhtan ne kadar ayrı tutmuştur, tartışılır. Tarihi “cennete dönüş” fikri merkezinde okumaya Müslümanlar bile hazır değil.

Tarihe “olan oldu” nazarıyla mı bakıyoruz?  Veya “olacağı varmış” diye mi? “Olması kaçınılmazdı” diyenlerin elinde kesin kanıtlar var mı? “Olmasaydı daha iyi / daha kötü olurdu” ahkâmını kesenlerin dayanağı ne? Kavramlarla düşünmenin tümdengelimci kolaylıklarına, olay ve olgularla düşünmenin tümevarımcı zorluklarına rağmen tarihi okumanın mükemmel yöntemini bulmuş değiliz. Tarih hakkındaki mülahazalarımızı ikmal için tarihin bizzat kendisi bizi tarihüstü bir mercie başvurmaya zorluyor. Bütün bu karmaşa içinde şimdilik en mutedil yaklaşım şu olsa gerek: Oluşa tâbi hâlde ve vadedilenin gerçekleşmesine hazırlık yaparak yaşıyoruz. Bu durum hata ve bağışlanma fikrine kendiliğinden kapı açıyor. Hata ve bağışlanma, tarih ve gelecek, kader ve irade bahsinde Sezai Karakoç önemli bir tavrı işaret ediyor: “Bu dünyada olup bitenlerin / Olup bitmemiş olması için / Ne yapıyorsun” Olmuşa, olmakta olana ve olacaklara karşı doğrusu yapabileceğimiz pek az şey var. Elimizdeki tek şey hayatımızın “oldubitti”ye getirilmesine itiraz edecek konumu muhafaza etmek. "Olmamış gibi" yapmamak. Oldubittilere kalple, dille, elle itiraz edebildiğimiz kadar varız. Elimizdeki tek şey, en önemli şeydir: Hakkı savunmak. Hakkı tefrik, tesbit, temyiz, tercih, teslim, tebcil ve teklif edebildiğimiz sürece batıla karşı en tesirli tedbirleri almış oluruz. 

Hakkı kabulün yolu tevbe etmek, hakkı savunmanın mütemmim cüzü sabrı tavsiye etmektir. Beklenecek ve harekete geçilecek yeri tevbeyi ve sabrı benimsediğimiz nispette öğrenebiliriz. Hakkı savunanların tarih boyunca konağı tevbe, azığı sabır makamı olmuştur. Âyetle de tecrübelerimizle de sabit bir hakikat bu. Zellesi Hz. Âdem’i hiçbir insanın yaşamayacağı türden bir kedere garketmişti. Tevbe ve sabır ile kederini sevince çevirebildi. Tarih bir hatayla başlamışsa bile tevbe kapısının açık olmasıyla devam edebiliyor. Tevbe olmadan ne insan tekinin ne insan topluluklarının tarihinde yapıcı bir dönüşüm başlatmak mümkündür. Hata insan oluşumuzun bir parçası; fakat insan oluşumuz hatanın bir parçasına dönüşmüşse kurtuluş imkânı yoktur.

Muhammed SARI (10 Receb 1446 - 10 Ocak 2025)

İÇE DOĞRU DİYALEKTİK, DIŞA DOĞRU DOKTRİNER

Muhammed Allah’ın resûlüdür. O’nun maiyyetindekiler ise küffara karşı çok çetin, kendi aralarında gayet merhametlidirler. (Fetih, 29)

Şahlık devri İran’ında halkın dindarâne hayatına mukabil devletin seküler bir nizamı vardı. 1979’daki Humeyni devrimiyle birlikte halkın fikriyatının devleti müslümanlaştırdığı kanaati uyanmıştı hemen herkeste. Türkiye’de MSP geleneğinden gelenlerin çoğu bu kanaat yüzünden devrimcilerin Şii karakterini göz ardı etmeyi seçmişti. Hâlbuki 1979’dan sonra olan şuydu: İran devletinin içi kıpkızıl olduğu halde dışı koyu yeşile çalıyordu. Karpuz gibi. Başlangıçta yemyeşil görünen halk kitleleri ise sıcağı gördükçe domates misali kızarıp bozarmaya başladı. Şahlık öncesindeki devlet-millet çatışması devrim sonrasında katmerlenerek, daha önemlisi bütün Müslümanları zan altında bırakarak bugünlere kadar geldi. 

Türkiye’de işler göründüğünden her zaman daha karmaşıktı. İnkılâpların başladığı yıllarda Türkiye’de ne devletin ne milletin rengini belli etmesine müsaade edilmişti. Bununla birlikte tek parti yıllarında devletin seküler, milletin dindar olduğu kabulü yaygındı. Ama şunu unutmamak lazım: Devlet adım adım “sekülerleştirilmişti”, yani bir istihâle geçirmişti. Millet ise dindar kalmıştı, büyük şehirlerdeki elit çevreler hariç sevâd-ı azamın hayata bakışında köklü bir değişiklik olmamıştı. Ne var ki Demokrat Parti’den itibaren neredeyse aralıksız başta kalan sağ/muhafazakâr iktidarlar boyunca “devleti İslâmlaştırmak” fikri o derece büyük bir hedef ittihaz edildi ki “milletin sekülerleşmesi” yolundaki ikazlar asla önemsenmedi. Kızıl elmanın içini küf yeşili kapladı.

Müslümanlar, bilhassa da Türkler olarak renklerden önce ayrımları netleştirmek zorundayız. “İç” dediğimiz hem devletimizi hem milletimizi kapsamıyorsa, “dış” dediğimizde müslüman olmayanları kastedemiyorsak ya inkılâpçıların ya devrimcilerin değirmenine su taşıyoruz demektir. Kime hizmet ettiğimiz anlaşılmasın diye bir zaman renksizliğe vurgu yapıyor, başka bir zaman ise rengârenk bir görünüm arz ediyoruzdur. Her varlık, kendini ve diğer varlıkları sınırlar üzerinden idrak eder. Ve her varlığın kendine mahsus bir aydınlığı ve rengi vardır. Maalesef bebekler gibi nesne sürekliliği ve nesne ayrılığı idrakinden yoksun hâlde, doğuştan veya travma kaynaklı renk körlüğüyle malûl hâlde yaşayıp gidiyoruz. Dünya sistemine hizmet eden odaklar bu hastalıklarımızdan azami kâr sağlıyor. İç dünyamızdaki zıtlaşmalardan doğan enerjiyi hayra kanalize etmek için “içe doğru diyalektik” bir yol izlemeli; dış dünyadaki tektipleştirme politikalarından doğan kimliksizleşmeye direnmek için “dışa doğru doktriner” bazı kararlar almalıyız.

Meramımı anlatabilmek için “öz ve biçim”, “tefrid ve tecrid”, “tahkik ve taklid” gibi kavramlar da tercih edebilirdim. Bütün risklerine rağmen diyalektik ve doktrineri kullandım. Elbette bu kavramları alışılagelen tanımlarını, tarihsel yüklerini bir kenara bırakmak şartıyla kullanıyorum. Kolayca anlaşılabileceği gibi diyalektiği iman ile, doktrinerliği İslâm ile ilişkilendiriyorum. Fakat bazılarınıza ilişki ters kurulmuş görünebilir. Yani iman bir emin olma hâlidir, dolayısıyla orada diyalektik (cedel) olmaz diyebilirsiniz. Diyalektik kavramıyla imanın kendisini değil derecesini korumanın yolunu işaret etmek istiyorum, hepsi bu. İmanı stabil ve kaybedilmeyecek bir hâl diye anlamadığım, her daim tazelenmesi gereken bir bağ olarak gördüğüm için onu diyalektikle birlikte anıyorum. İslâm’ı ise dış dünyanın destabilizasyonu karşısında bir mahfaza, kendini böyle bir dünyadan ayrı tutmanın tek yolu olduğu için doktriner kelimesiyle ilişkilendiriyorum. Yoksa İslâm adı altında başka öğretilerin yayılmasına kılıf uydurmak için değil.

Şii İran devleti iman bahsinde ehl-i sünnet akidesinin dışına düştüğü için salt doktrine dayalı bir dünya tasavvuruna bel bağlamak zorundaydı. Kimliklerine olan ifrat derecesinde tutkuları diyalektik bir süreç olan kişilik gelişimilerini de baştan akamete uğrattı. Çünkü Fars devletini doğrultması umulan milletin kendisi de itikaden kabul edilemez noktadaydı. Modern Türk devleti ise kimliği söz konusu olduğunda son derece tefritçi bir tavır gösterdi. Devletin terk ettiği, gevşeklik gösterdiği, unuttuğu, üzerini örttüğü ne varsa millet onu gündelik yaşayışının içerisinde insiyaken bir tür korumaya aldı, adeta kuluçkaya yattı. Sağ-muhafazakâr iktidarlar, kişiliğimizde mahfuz tutulan kimliğimizi izhar edebileceğimiz günlerin geleceği vaadiyle yıllarca ayakta kalmayı bildi. Fakat sağ-muhafazakâr iktidarların sürekliliği devletin İslamîleşmesi anlamına gelmedi. Üstelik kitlelere terk edilen kişilik ve iman bahsi de liberal kültür sebebiyle tavsadı. Son yıllarda İslamcılaşmış ve milliyetçileşmiş Türk devleti görüntüsü kitlelerin sekülerleşmesini ve hümanistleşmesini örtmekten başka anlam taşımamaktadır. Mevcut iktidarın eğitim ve kültür alanındaki yakınmaları bu sorunun bir yansımasıdır. Sanki millet kimlik ibrazı ve kişilik izharı talebinde bulunsa ilk yan çizecek kendileri değilmiş gibi. Özetle; İran devleti ve milleti ifratçı/kuralcı karakteri sebebiyle diyalektiği/ahlâkı hayattan dışlamış, arkaik ve marjinal kalmıştır. Türk devleti ve milleti ise bir türlü doktriner/hukukî bir karaktere bürünmediği için tefritçi/yetersiz bir konuma gerilemiş, çocuksu ve lümpen kalmıştır. 

“İçe doğru diyalektik, dışa doğru doktriner” ibaresi ana ilkenin iki veçhesini ifade etmeye yarar. O ilke tutarlılıktır. Müslüman için diyalektik de doktrinerlik de tutarlılığın teminine hizmet eder. Müslüman dışa doğru İslâm’ın emir ve nehiylerine titizlik gösterdiği gibi, imanın gereği olan içe doğru sorgulama ve tazelenmeyi de asla ihmal edemez. Dışa doğru kokumuzun güzelliği kadar içe doğru tadımızın güzelliği de vazgeçilmez önemdedir. Aksi takdirde diyalektiği veya doktrinerliği asıl gaye bilerek yoldan sapmak işten bile değildir.

Muhammed SARI (3 Receb 1446 - 2 Ocak 2025)