GERÇEKLİĞİ ARTTIRILMIŞ GERÇEK

Gerçeğin iki yüzünü anlatmak için kullandığımız madalyon metaforu uzun zamandır işe yaramıyor. Madalyonu pastırma gibi ipince kıyıp dilimlesek yeridir. Örneğin pencereden baktığımızda da ekrana baktığımızda da sayısız şeyler görüyoruz. İkisinde gördüklerimize de “gerçek” adını vermek doğru olur mu? Ekranı, pencereyi hatta gözümüzü kapattığımızda o “gerçekler” var olmaya devam ediyor mu? Gerçekler değişir diyorlar, sahiden değişir mi? Acaba türlü türlü gerçek var diyenler mi haklı?... Bu bayat sorulara sebep basit bir çocukluk hatırasından başka bir şey değil. Kadıköy’de yaşayan ve hararetle Fenerbahçe’yi tutan ben orta 1’de gittiğim ilk Fener maçından kısa süre sonra takıma ve sıkı bir solak olmama rağmen birkaç yıl içinde futbola ilgimi kaybettim. Küfürün, kavganın, kalabalığın, kaosun ortasında kaldığımda bunun bana göre olmadığını, benim buna göre olmadığımı anladım. Çünkü benim Fenerbahçem televizyonda seyrettiğim, oyun kartlarında ezberlediğim, mahalle maçında karakterine büründüğüm Fenerbahçe’ydi. Gözümle gördüğüme inanamadığım gibi televizyona da dönemedim. Statta gördüğüm Fener gibi televizyonda gördüğüm Fener de gözümden silindi gitti. 

Tuttuğum takımın gözümden kolayca silinişiyle birlikte gerçek denen şeye karşı merakım da korkum da arttı. Gerçek bahsinde “hem o hem bu”, “ya o ya bu” diyenlere karşı ergenliğim boyunca “ne biri ne diğeri” tavrını benimsedim. Otuzlara geldiğimde bu tavır kendini maç seyretme alışkanlıklarımdaki ufak ama manidar bir değişiklikle göstermeye başladı. Maçı iki türlü seyrederiz: 1) Tribün coşkusunun bir parçası olarak. 2) Televizyon başında spikerin ve kameranın sunumu aracılığıyla. Otuzumdan sonra üçüncü yol daha çok ilgimi çekmeye başladı: Maçı ekrandan ama spikersiz maç seyretmek. Tuhaf gelebilir ama spikersiz maç yayını hakikaten sevmeye başladım. Size de tavsiye ederim. Ne stadın uğultusu ne spikerin mesleğini icra edişi duygularımı manipüle edebiliyordur. Doğrusu spikersiz ve tribünsüz maç heyecanından epey kaybediyor ama beklenmedik biçimde başka türden bir gerçekçilik algısı kazandırıyor insana. Oyunu daha berrak okuyabiliyor, önceleri dikkatinizi çekmeyen detayların farkına varıyorsunuz. Aramızda kameranın çerçevelemesi de olmasa hepten bambaşka bir maç deneyimi yaşayabiliriz. Belki yakın gelecekte. 

Akla hemen şu itiraz gelebilir: “Bunların hepsi noksan gerçekliklerdir. Gerçekleri gerçekten anlamanın en iyi yolu hadiselerin tam göbeğinde bulunmaktır.” Bu tür itirazlarda bulunanları ikiye ayırabiliriz: 1) Kimileri “gerçek” sözü ile genellikle hadiselerin tam göbeğinden üçüncü şahıslara anında ve eksiksiz aktarılabilen eşzamanlı içerikleri kasteder. Medya çağı böyleleri için bitmez tükenmez hazineler sunuyor. Biliyoruz ki sadece günlük veri üretim ve aktarım miktarı bile bir insanın ortalama ömür süresini kat kat aşmaktadır. Fakat sorun miktar (nicelik) değil, öncelikle kalitedir (nitelik). Hadiselerin anında ve eksiksiz aktarıldığını farz etsek bile bunun ham bir yığın olduğunu kimse inkâr edemez. Bu yüzden insanlar yüzlerce saatlik içerikleri taramaktansa birkaç dakikayı geçmeyen atıştırmalık içeriklere yönelir. Ki bu durumda da gerçeğin anında ve eksiksiz aktarılmasının bir anlamı kalmamaktadır. Muhalfarz, kim on yıllar süren bir savaşın on yıllar süren kamera kayıtlarını oturup seyretmek ister ki? Seyretse bile söyleyeceklerinin önemli olacağını kim garanti edebilir ki? Yani Gates’in “Content is king.” iddiasını “(Yapılandırılmış) İçerik kraldır.” şeklinde anlamak doğru olur. Gerçekleri “gerçekçiliği arttırılmış” içeriklerden öğrendiğimizi kimse söyleyemez. Aksine, gerçekler üzerine yapılmış “yapım”lara (haber, belgesel, sinema…) itibar ederek en kestirme yolu tercih ederiz. 2) Gerçekleri anlamak isteyenlere hadiselerin göbeğinde bulunma şartını ileri sürenlerden bazıları ise eşzamanlı içerik aktarımını değil, bireysel deneyimin artzamanlı aktarımını esas almaktadır. Böyleleri verdikleri hükümlerin ve vardıkları kanaatlerin bizzat deneyimledikleri (kan, ter, gözyaşı…) ve bir parçası oldukları (katılımcı, gözlemci, arabulucu…) hadiselerden süzüldüğünü özellikle vurgularlar. Böylece seyircilerin gözündeki güvenilirliklerini arttırmaya oynarlar. Gerçekleri “arttırılmış gerçeklik”le sunmak onlara göre değildir. Onlar “arttırılmış güvenilirlik”le aktarılan hadiselerin daha kuvvetli bir gerçeklik izlenimi uyandıracağını bilirler. Hülasa, gerçekler söz konusu olduğunda ilk kümedeki muhabirler kitleleri devasa ham verilerin çoğulluğuyla karşı karşıya bırakarak bezdirirken, ikinci kümedeki yorumcular kitleleri yanlışlanamaz ve doğrulanamaz bir tekilliğe ikna etmek ister. Gerçekleri medya vasıtasıyla anlamaya çalışmanın deveye hendek atlatmaktan, deveyi iğne deliğinden geçirmekten farkı yoktur.

Artzamanlılık ve eşzamanlılık bilincimizin temel çalışma prensipleridir. Zamanı bu kiplerle biliyor, zamanlamayı bu kiplerle yapabiliyoruz. Bilmelerimiz ve yapmalarımız, dolayısıyla gerçeklik algımız bunlarla kayıtlı. Olmuş bitmişlerin ne kadarını biliyoruz ve olup bitmektekilerin ne kadarını yakalayabiliyoruz? Tarihi ve ânı, bilgiyi ve deneyimi nasıl buluşturuyoruz? Niyetimiz ve nasibimiz bunların kavuştağında şekillenir. Kelime oyunu gibi görünmesi pahasına söyleyeyim: 1) Gerçekleri gerçekten anlamak diye bir şey yoktur. Anladığımız kadarına gerçek deriz. Yani eşzamanlılık prensibinin hata payı hep yüksektir. 2) Gerçekleri gerçeklerden öğrenemeyiz. Gerçekleri görebilmek için artzamanlılık ilkesine başvurmalı ve gerçeklerin dışına çıkmalıyız. Dışarıya, yani tarihe.

Ne var ki hızın, ucuzluğun ve kolaylığın çağı olan medya çağında tarih, bilgi ve gerçek en tartışmalı kavramlar hâline geldi. Kolaylaştırılmış bilgi, hızlandırılmış gerçek kaçınılmaz olarak tarihi de ucuzlattı. Bitpazarına bir gün nur yağar mı bilinmez. Fakat şurası akılda tutulmalı: Kâfirleri doğrulayan işaretler şimdide ve realitede mevcut. Müminleri doğrulayan işaretler tarihte ve bilgide saklı. 

Muhammed SARI (26 Cemaziyelahir 1446 - 27 Aralık 2024)

MADDÎ KÜLTÜRÜN GEREKLİLİĞİ

Kimi filozoflara göre madde Yaratıcı’nın kendini dışlaştırmasının neticesidir ve kutsaldır. Onlara göre doğa bu dışlaşmanın küllî ve dinamik tezahürüdür. İnsanın kendi akıl ve maneviyatının uzantısı olarak dışlaştırdığı şeye ise kültür adı verilmiştir. Doğa ve kültür, fayda ve güzellik kriterleri açısından sürekli kıyaslanagelmiştir. Hazırbulunan doğal güzellikler karşısında insan elinden çıkma sanat ve zanaat nesneleri Batılılara o denli büyüleyici gelmiştir ki hangisinin daha üstün olduğu konusunda fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Öte yandan doğayı gözlem ve taklitle ulaşılan bilimsel bilgi ve teknolojik çıktıların önce doğayı aşan yeni bir fayda kültürü yarattığı, ardından kültürü de belirleyen daha üst bir fenomene dönüştüğü fikri ağırlık kazanmıştır. Bilim ve kültürün ilahî yaratmanın bir parçası mı yoksa bir “karşı-yaratma” mı sayılacağı tartışması Batı’nın kaderini belirlemiştir. Doğrusu; yaratmanın mahiyeti hususunda zihni yalan yanlış tasavvurlarla daha antik çağda teşevvüşe uğramış Batılı toplumların modern çağlarda bilim ve kültüre dayanarak “karşı-yaratma” iddiasıyla insanlığa hayırlı bir yol açması muhaldi. Nitekim öyle oldu: Burjuvalar ve Kilise birlikte iş tutarak kapitalizmi inşa ettiler.

Modernizmi kuran ideolojiler bugün maddenin kültürü belirlediği tezine demir atmış görünse de asıl gücün madde ile kültürün birbirlerini sürekli doğurmalarından ve doğrulamalarından elde edileceğini bilenler bilmektedir. 19. asrın sonlarında madde okyanusun bir yanında, kültür okyanusun diğer yanında üslenmişse de bu modernizm içi bir iktidar mücadelesinden ibarettir. Bu tür kutuplaşmalar dozu iyi ayarlandığı sürece kapitalist bünyenin bağışıklığını güçlendirmiştir. ABD’nin dünya siyasetine ağırlığını koymasından sonra ise ortaya maddenin kültürü tamamen ezdiği bir hayat tarzı çıkmıştır. Peki bu sırada biz Türkler ne yapmaktaydık? Bizler 19. asırda “maddesiz kültürcülük”e, 20. asırda “kültürsüz maddecilik”e kapılarak olan bitenden hiçbir şey anlamadığımızı göstermiş olduk.

Yanlış anlamak belki kötü bir şeydir, ama anlamamak en kötüsü olsa gerek. Biz son iki yüz yıldır ikinci kısma misal teşkil ediyoruz. Üstelik maddeyi ve kültürü yanlış anlayan Batılı zorbaların sözünü dinledikçe işlerin künhüne varma imkânını hepten yok ediyoruz. Batı bizim maneviyatımızı eritip tüketti. Bizse Batı’nın maddesini faiziyle borçlanarak hesaptaki açığı kapatmaya çalıştık. Yani hiçbir şekilde mukabele bilmisil söz konusu değil. Sağcıların kalkınma, solcuların çağdaşlık vurgularına rağmen hiçbir Türk hükûmetinin maddî kültür nosyonunu anladığını söylemek mümkün değil. Maddî kültürü anlayamamak temelde maddeyi ve kültürü anlamlandıramamaktan kaynaklanır. Türk hükûmetleri maddiyatı sıcak para akışının sürekliliği, hazır teknolojinin ithali ve vahşi vergilendirmeyle, kültürü ise züppelerin oyun eğlence türünden faaliyetleriyle sınırlı ve birbirlerinden kopuk gerçeklikler hâlinde konumlandırmıştır. 

Türkiye’de Marksist ve liberal acentaların insafına terk edilmiş bir konu madde-kültür ilişkisi. Müslümanlar için madde, 19. asırdan başlayarak mahrumiyet ve tahakkümün, arzulamakla nefret etmek arasında gidilip gelinen her şeyin sembolüdür. Bu ilişki her ne kadar Kur’an ve Sünnet’le apaçık kılınmışsa da pratikte her şeyimiz çarpık çurpuk. İfrat ve tefritin izlerini “beden”i algılayıştan “servet” mefhumuna bakışa kadar her alanda görmek mümkün. Madde-kültür ilişkisi Marksist ve/veya liberal tezlere göre ele alındığı sürece varılacak yerin Türkiye için bir çözüm anlamı taşımayacağı açık. Sanayileşme bahanesiyle ziraati, dijitalleşme bahanesiyle sanayii mahvedilmiş bir milletiz. Yarım doktorun, yarım imamın yaptığı neyse yarım sanayi ve yarım ziraatin yaptığı da odur. 1838 Baltalimanı Ticaret Muahedesi’nden beri hem kimlik krizinden hem yüksek enflasyondan aralıksız muzdarip olan tek ülke biziz. Bunun organize yolsuzluktan, kronik iş bilmezlikten, sistematik ihanetten başka izahı yok.

Madde ve kültür ilişkisini düzenleyecek ilkeleri sadece ahlâk ve hukukun güçlü irtibatından devşirebiliriz. Bu irtibat kopmuşsa kültürün fantazyadan ibaret kalması, maddenin kültüre tahakkümü hatta kültürden ıtlakı kaçınılmaz olur. Maddeyi kavramaya ham ve basit olandan başlamak lazım. Nesnenin hakikatini, hikmetini, karakterini anlamaktan başlamak lazım. Ham materyali anlamadan mamul materyallere sıçramanız sizi bağımlı ve tüketici bir karaktere mahkûm eder. Şeyleri tanımadan hazır eşyaya konmanın, lazım-melzum ilişkisini bilmeden malzemeyi kullanmanın mahzurları saymakla bitmez. Maddeye nüfuz eden akla, tabiri caizse maddeye aklını ekleme basiret ve firasetine ihtiyacımız var. Nesne-kimlik ilişkisi, bilhassa nesne-benlik ilişkisi ihmale gelmez.

Maddî kültürün gerekliliği fikri materyalist bir temele dayanmaz. Maddî kültürün gerekliliği bir fikir olmakla birlikte kültüralist de değildir. Sebeplerin sebebi her zaman ahlâkîdir. Cisimleşme ve sembolleşmelerin aynı ahlâkî kaynağı işaret etmesidir esas olan. Göstergeler bizi göstermiyorsa ne işe yarar? Elbette başkalarının işine!

Muhammed SARI (6 Cemaziyelahir 1446 - 7 Aralık 2024)

HÂLLENMELER, ROLLENMELER

Türk milletinin özgüvenini kökünden sarsan, Türk milletini tarihsel karakterine yabancılaştıran şu sözü küçük yaşta karakterimize kazıdılar: “Yurtta sulh, cihanda sulh.” Biz kimseyle savaşmayacağımıza öyle bir yemin ettik ki herkes bize saldırmak için âdetâ sıraya girdi. Saldırıların psikolojik saiki gayet açık: Âciz görünümlü ve özür beyan eder pozisyondaki insanlar zorbaları hem tiksindirir hem cesaretlendirir. Zorbalar böylelerine içgüdüsel olarak saldırır ve başka başarısızlıklarının acısını gelip âcize çatarak hafifletmeye çalışır. 100 yıldır göz açtırmayan askerî, hukukî, iktisadî ve ahlâkî darbelerin, tedhişâtın, tecavüzâtın, muhtıraların, operasyonların psikolojik sebebi budur. Düşmanların gücünden ziyade hedefsizliği bir yol olarak benimseyişimizdir. 

Mustafa Kemal’in “cihanda sulh” sözüne mukabil Churchill İngiliz halkına şöyle seslenmişti: “Size daha çok terden, kandan ve gözyaşından başka bir şey vaadedemiyorum.” Bu söz bir toplumun tüm hazırlıklarını varlığını korumak üzere, en azından kendisine bulaşanlara en ağır hasarı vermek üzere yaptığının ifadesidir. Sözlerimizin altının dolu olup olmadığı eylemi ne yönde ilerlettiğimize bakar. Ağızlarından ne çıkarsa çıksın Batılılar ellerinden sadır olan işlere bakmanız gereken insanlardır. Nitekim İngilizler çıkış yolunu kan, ter ve gözyaşını başkalarına döktürerek buldu. Bizler ise yanlış sözlere inanarak, inandıkça gerçek olacağını zannederek hayatta kalabileceğimizi sanmış saf bir topluluktuk. Neticede iki kat kaybettik.

Kesik kesik bir şuur akışıyla, kopuk kopuk bir tarih anlatısıyla yaşıyoruz. Bizden parçalarımızı koparanlar bizim kim olduğumuzu hiç unutmadı, en büyük kazançları budur. Bizden koparılan parçalar ne kendilerinin ne bizim ne de onları kopartanların kim olduğunu unutabildi; bu azap üstüne azap demekti onlar için. Biz ise ne kendimizi ne düşmanlarımızı ne kopartılan azalarımızı tanıyacak haldeyiz. Tanımamaya yeminliyiz. Hâlbuki bir zamanlar tanıdığımız bir Millî Yemin vardı. Millî Yemin hudutları zar zor razı olduğumuz toprakları ifade ediyordu; yani asgarînin asgarîsiydi, azamîsi değil. Bu gerçek son yıllarda “Türkiye maksimalist ve yayılmacı politika izliyor!” çığırtkanlığıyla karartılmaya çalışıldı. İnsanlar olur da başını kaldırır diye “sulh terörü”nün devamı amaçlandı. Şimdilerde ise “Ne yani, eskiden olduğu gibi ezilip büzülmeci bir politika mı sürdürelim?” söylemiyle çarpıtılarak hepten zifiri karanlığa gömülmek isteniyor. 20. asrın başında Türkiye’ye hâllenenler ile 21. asrın başında Türkiye’de rollenenler nasıl oldu da aynı odağa hizmet eder pozisyona geldi? Halep’i isteyenler Osmanlıcılık gayretiyle istiyorsa kötü, Mîsâk-ı Millî’yi bahane ediyorsa daha kötü. Halep’i istemiyoruz diyenler “cihanda sulh”ü gerekçe gösteriyorsa kötü, Churchillvari “kan ve gözyaşı” edebiyatıyla hesabı cihanın bütün devletlerine ödetmeyi planlıyorsa daha kötü.

Tanzimat’tan beri Türk milletinin acı eşiği inanılmaz derecede yükseldiği ve haysiyet eşiği akıl almaz derekeye düştüğü için başımıza ne geldiğini ya anlamıyor ya da hayatta kalmak güdüsüyle olanlara rıza gösteriyoruz. Gidişatı umursamayan veya beğenenler de vardır elbette, ama onları Türk milletinden saymak mümkün değil. Bilmeyenler, rıza gösterenler, sevinenler, umursamayanlar… Böyle bir tablonun ne tarafından tutabiliriz? Hiçbir tarafından tutamıyoruz. “Ne olursa olsun Türk devletinin tarafını tutmalısın.” demek de marifet değil. Onlara şunu sormak lazım: “Türkiye kimin tarafında?” Daha önemlisi şu: “Türkiye hiç kendi tarafını tuttu mu?” Belki de en doğrusunu Halep doğumlu şairimiz Emin Bülend yapmıştı. Soru-cevap cenderesine hiç girmeden, Batı’nın “korkak zalim” karakterine harikulâde bir isabetle işaret ederek, Türklüğün dostunu ve düşmanını belirleme kudretine sahip olmaktan geçtiğini göstererek şöyle demişti:

Garbın cebîn-i zâlimi afvetmedim seni,
Türk’üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi!

Muhammed SARI (1 Cemaziyelahir 1446 - 2 Aralık 2024)