Eğitim hayatında gösterdiğim en büyük başarı okuma-yazma öğrenmekti. Daha sonra edindiğim hiçbir bilgi bunun yanına bile yaklaşamadı. Ta ki şiirle karşılaşana dek. “Öğrenmeyi öğrenme”nin kök bilgisi diyebileceğimiz şiir öğretilebilen bir şey değil elbette. Okulu, hocası, müfredatı, imtihanı, diploması yok şiirin. Bu yüzden gündelik hayatı şiir bilgisi üzerine bina edemezsiniz. Şiir bilgisi hayatı yakalamaya, çerçevelemeye ve boyutlandırmaya yarar; hız, sınır ve derinlik algımızın keskinliğiyle ilgilidir. Gündelik hayatın bilgisi denince hız, sınır ve derinlik algısının neredeyse kaybolduğu akışı kastederiz. Okuma-yazma öğrenmek bu akışı ilk kez unsurlarına ayırarak algılamaya ve oradaki yerimizi bulmaya yarar. Ne var ki hayatta bir kez olur bu. Okuma-yazma olağan hâle geldikçe tıpkı okuryazar olmadığımız yaşlardaki gibi akışı oluşturan unsurları ayırt edemez hâle düşeriz. Geriye ayırt edici ve ayıktırıcı yordam olarak yalnız şiir okuryazarlığı kalır.
Okuma-yazma öğrenirken kullandığım birinci sınıf defterimi muhafaza ediyorum. 1980’lerde hazır yazma defterleri olmadığı için sayfanın ilk satırına örnek çizgileri veya harfleri öğretmenimiz yazardı. Biz de onun yazdıklarını taklit ederek diğer satırları doldurur, ödevi tamamlardık. Çizgilerden harflere, hecelerden kelimelere geçtiğimiz ilk dönemin sonunda öğretmenimiz bize “ödül olarak” adımızı yazdıracağını söylemişti. Merakla beklediğim tek çalışma bu olmuştu. Okula başlamadan Latin harfleriyle okumayı söktüğüm, hatta Kur’ân’ı öğrendiğim halde adımı soyadımı yazmaktan yeni öğrenmişim gibi büyük haz duyuyordum. Adını yazabilmek bir tamamlanmışlık hissi veriyordu. İşi bitirip altına imzanı atmak gibi. Nihayet beklenen gün geldiğinde öğretmenim defterimi aldı ve son sayfanın ilk satırına adımı soyadımı yazıp “Hadi, sıra sende.” dedi Sayfaya bakınca ne göreyim: MUHAMET SARI… İmlâda bir terslik olduğunu hemen anlamıştım ama öğretmene bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyordum. Aldığımız terbiye (!) sebebiyle kusuru öğretmende değil kendimde arıyordum. “Acaba ben ismimi yanlış mı biliyorum? Ablam ismimi niye yanlış öğretti? İsmim keşke bu kadar uzun olmasaydı!” diye hayıflandığımı hatırlıyorum. Arkadaşlarım harıl harıl isimlerini yazıyordu ama ben epey beklemiş, sonlara kalmıştım. Baktım olmuyor, cesaretimi topladım; utanmayla karışık kızgınlık hissi içinde parmağımı kaldırabildim. “Benim ismim böyle mi yazılıyor öğretmenim?” Gelip kendi yazdığına tekrar baktı, tane tane heceledi. Yüzüme, neyi bekliyorsun, der gibi baktı. Ben de ona baktım. “Ama” dedim “bunun şeddesi yok!”
Dile dair uyanışlarımız kişiliğimiz ve kimliğimiz üzerinden yaşanınca kalıcı izler bırakabiliyor. Benimki gibi. İnsan varlık üzerine düşünmeye isimlerden, bilhassa kendi isminden başlar. Gün gelir de tekrar bir mahreç, bir mihver arama ihtiyacı doğarsa kişi düşünmeye kendi isminden başlayabilir. İsmi getirmiştir onu o yere. Ve nereye gidecekse yine isminden gidecektir. Sırf bu hakikat için çocuklara güzel isimler koymaya özen gösterilmeli. Kişinin güzel bir isimle müsemma olup olmayacağını zaman gösterecektir. Rahmetli dedem “Sana ağır bir isim verdik, artık şunları şunları yapmak sana yakışmaz!” dediğinde hayatımın istikameti geri dönülmez biçimde belirlenmişti. İstikamet bahsinde Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan nesiller en büyük talihsizlikleri yaşamıştır. İsmini kırpanlar, deforme edenler, saklayanlar, taşıyamayanlar, alafrangalaştıranlar, tuhaf terkiplere uğratanlar, terk edenler… ne ararsanız bu geçiş devresinde bulmak mümkündür. Sadece şahıs isimlerinde de değil, politik ve kültürel isim tercihlerinde de keşmekeş hâkimdir: Garpçısı, Osmanlıcısı, İslamcısı, Türkçüsü…
Abdülhak Hâmid alfabenin değiştirilmesi bahsinden yakınarak “Ömrümün son deminde tuttular ismimin sonuna bir ‘it’ eklediler.” demiş. Anlaşılan o “it” hâlâ Şair-i Azam’ın peşinde! Koca koca edebiyat profesörleri bile adamcağızın adını son birkaç yıla kadar Hamit veya Hâmit diye yazıp duruyorlardı. Ben Kur’ân harflerini tanıdığım için “tam bir cumhuriyet kadını” olan öğretmenimin imlâsındaki şeddenin eksikliğini fark etmiştim ama yine de ismimin d (DAL) harfiyle bitmesi gerektiğini bilmiyordum. Nedense ortaokula kadar da bilemedim. Demek ki benimki noksan bilgiyle yapılan bir tür ukalalıktı. Yarı cahilin kara cahile akıl öğretmesiydi. Öğretmeye kalktım da ne oldu? Öğretmenimin yanlış imlâsını ben de senelerce tıpış tıpış yazmaya mecbur oldum. Aklınızda bulunsun, kara cahillere uymak yarı cahillerin kaçınılmaz akıbetidir. Zaten ismim resmî kimliğe t (TE) harfiyle yazılmıştı. O yıllarda ailemi kim uyaracaktı ki? Ailem kimi uyaracaktı? Ben öğretmenime bile derdimi anlatamamıştım, Kenan Evren’in hoyrat nüfus memuru bizimkileri dinler miydi?
İslâm harflerinin yasaklanışının üzerinden neredeyse bir asır geçti. Üzerinde trafik işaretleri kadar, emojiler kadar olsun uzlaşılmış bir yazı dilimiz yok. Nerde kaldı ki terimde, kavramda, lügatte birlik tesis edelim! İmlâ sorununu yüz yıldır halledememiş bir ülkenin yazılımla, göstergebilimle, sembolik mantıkla uğraşması bir çeşit züppeliktir. Bu yüzdendir ki yakışıklı şairimiz Abdurrahman Cahit Zarifoğlu “ismimin baş harfleri ACZ tutuyor” derken yanılıyordu. İslâm harfleriyle münasebetimiz kaybolduğunda içine düşebileceğimiz yanılgıların en hafifi, en naifi budur. “Acz” kelimesi "ayn-cim-ze" harflerinden oluşurken şairin isminin baş harfleri gerçekte "ayn-cim-zı" harflerine karşılık geliyor. Naklî bilgiye vurulan büyük darbe, buna mukabil aklî bilginin tekyönlü, tekboyutlu tanımlanışı bizi bilgisizlik içinde bilgisizliğe itiyor. Cehl-i mürekkep diyorlar buna. Cehl-i mürekkebi bugün maalesef “bilmediğini bilmediği hâlde bildirmek iddiasında olan” öğretmenler temsil ediyor.
İnsanlığın cehaletten kurtulması yolunda nakil esastır, akıl sonra gelir. “Nakil”i dışarıda bıraktığınızda iki nesile kalmadan insanlar ellerini yüzlerini nasıl yuyacaklarını bilemez hâle düşecektir, şüpheniz olmasın. Nakil yoksa yahut nakledileni alan yoksa bırakın toplumu, insan tekinin hayatından bile söz edilemez. Her insan kısacık ömür müddeti içinde her şeye baştan başlamak zorunda kalır. Tarihten, toplumdan ve aileden naklolunana kapanan kişi beşeriyetten insaniyete geçemez. Beşeriyette dahi fazla kalamaz, süratle hayvaniyete yuvarlanır. Medeniyet dediğimiz şey bu yüzden tek dişli canavardır. “Şimdinin hayvanı”dır medenî insan. Tarihsiz. Yarınsız.
Naklî bilgiye kendimizi açarak elde edeceğimiz ilk kazanç cehl-i mürekkepten cehl-i basite terfi etmek olacaktır. Terfi sorumluluğu evvela öğretmenlerin boynundadır. Öğretmenler yükselişlerine “öğretmenler günü” adı altında aslında İslâm harflerinin yasaklanışının kutlandığını, bu kutlamanın 12 Eylül darbesiyle ihdas edildiğini hatırlayarak başlayabilirler örneğin. Geçen ay ilan edilen “ortak Türk alfabesi”nin Türklüğe kastettiğini görerek ahlâkî yükselişlerini pekiştirebilirler. Hatta Mustafa Kemal Atatürk’ün 24 Kasım 1928’de kara tahta önündeki pozuyla “başöğretmen” unvanı almasına mukabil Recep Tayyip Erdoğan’ın akıllı tahta önünde yeni “x” harfiyle poz verip vermeyeceğini sorarak nakil ile akıl arasında sıhhatli bağlar kurmayı başarabilirler.
Muhammed SARI (14 Cemaziyelevvel 1446 - 16 Kasım 2024)