ÇOĞULCULUK VE ÇOĞUNLUKÇULUK KISKACINDA “BİZ”

Modernler “ben” idesi üzerinde yükselen bir hayat düzeni kurdukları düşüncesiyle mutlu mesut yaşarken bir de baktılar ki “biz”i hortlatmışlar! Döndük dolaştık, küresel teknolojik hâkimiyet karşısında gövdesini “ben”e siper edecek bir “biz”e ihtiyaç duyulan günlere geldik. Dünya Savaşları “biz” fikrinin canlılığını koruduğu son dönemlerdi. İkinci Dünya Savaşı’ından sonra bireyciliğin galibiyeti aslında yapılacak iş kalmadığının da ilanı oldu. Bireycilik için “tarihin sonu” o günlerde başlamıştı denebilir. Yine de 1960’ların ortasına kadar şüphelenmek için görünürde sebep yoktu. Modern birey mitinin çöküşü ilk açık sinyali 1970’lerde dillendirilmeye başlanan “öznenin ölümü” teziyle verdi. 19. yüzyılın sonlarında tekebbürün ve yabancılaşmanın zirvesine ulaşan “özne birey” 20. yüzyılın ortalarını zor gördü. “Birey olduğu ama artık özne olmadığı” söylenen bu yeni insanın hâli içler acısıydı. Postmodernlerin attığı bu derin ara pası küresel teknolojik hâkimiyet iyi kullandı, “özne olmayan bireyi” öldürmeyecek ve oldurmayacak bir aralıkta tutarak kendine hizmet ettirmeyi başardı. Skorun sürekli insanlık aleyhine işlediği ama maçın bitmek bilmediği tuhaf bir döngüye girmiş olduk.

“Ben”in sayısız tanımı var. Bu tanımların nizasından türeyen sorunlarla baş etmek sistem için hiçbir zaman zor olmadı. Fakat sayısı ve çapı fark etmeksizin bütün “biz” tanımları tehdit olarak kodlandı. Bu tehdidi gidermenin iki yolu vardı: İlki, bir tür insanlık ailesi denebilecek “küresel biz” anlatısını yaygınlaştırmak, diğeri ise bu anlatının içinde kalmak kaydıyla işçi, zenci, çevreci, feminist... gibi alt kategorilere ayrılan “marjinal biz” tasarımlarına yol vermek. Bunlardan başka “biz” hesaba katılmadı. Sistemin sahiplerinin “biz” dediğine kanmamak gerek. Onların “biz”i ya “eşitler arasında daha eşit olanlar”ı işaret eder ya da “kendini marjinalliğe eşitleyenler”i. Bu “biz”, geriye kalan milyarlarca insanın durumunu açıklığa kavuşturacak nitelikten ve organiklikten yoksundur. Çünkü küresel ve marjinal “biz”ler sadece nicelik belirtir. Küreselciler ve marjinaller birbirlerine nefret ve menfaat bağlarıyla bağlıdır; ancak olur da organik bir “biz” fikri ikisinin de varlık sebebini ortadan kaldırır korkusuyla niceliklere dayalı bu dengeyi koruyacak söylem ve düzenekler geliştirmişlerdir. Özellikle neo-liberalizm aşılı demokrasi hermenötiğinden doğan iki kavramı öne çıkarırlar: çoğulculuk ve çoğunlukçuluk.

Niceliği esas alan çoğunlukçu ve çoğulcu fikirlerin birbirlerini niteliksizlikle suçlamaları doğal. Hakiki niteliğin konuşulmaması için bu kayıkçı kavgasının sahnelenmesi gerek. Statükoculuk ve devrimcilik eksenine sıkıştırılan her mesele gibi niteliğin hâkimiyeti bahsinin de kadük kalması amaçlanır. Organik biz, yani “niteliğin hâkimiyeti” çoğunlukçuların mesnedi olan sayısal üstünlük argümanını yeterli bulmaz, çoğulculuğa vurgu yapan bölücü hayat tarzını meşru görmez. Bu türden organik biz fikrinin ete kemiğe bürünmesine sadece Türk siyaset tarihinde rastlıyoruz. Sayıların fazla anlam ifade etmediği “tekçi” bir siyaset geleneğine mensubuz. Çoğunlukçu veya çoğulcu olmak arasındaki farklara büyük anlamlar yüklememişiz. “Tekçi” kod esasen rekabete yabancıdır, her tür demokrasi girişimini “hâkimiyetin paylaşılması”, “devlete ortakçı çıkması” girişimi olarak algılamaya yatkındır. Bununla birlikte bir tür “birlik” çağrışımı taşıdığı için “çoğunluğun hâkimiyeti”ne daha sıcak baktığı da bir gerçektir. Bu da Türkiye’de sağ iktidarların elini kuvvetlendirmiştir. Kolay zamanlarda son derece gevşek siyasal katılıma sahip Türkler zor zamanlarda birlik sağlamakta zorlanmamıştır. Sağ iktidarlar bundan da yararlanmıştır. Ne de olsa oy veren ama gerisini koyveren seçmen kitlesi bütün siyasetçilerin hayalidir. 

Türkler birlik olmakta zorlanmamıştır. Sorun, birliğin neye hizmet edeceği hususunda yaşanmıştır. “Tekçi” siyasetin kodları ile halkın birlik olma eğilimi ilk bakışta birbirini tamamlayan bir görüntü arz eder. Böyle denk gelişleri ezberci, satıhçı Türk entelijansiyası “tek adamlık” olarak etiketlemeye hazırdır. Hâlbuki içeriden bir okumayla “tekçi” siyaset geleneğinde kolayca birlik olunduğu ama kolay kolay "biz" olunamadığı görülür. Osmanlı’nın 16. yüzyıldan beri yaşadığı inkırazın 18. yüzyıla kadar kabul edilmemesi veya görülememesi “tekçi” siyasetin “birlik” mefhumunu örtmesi ve istismarı sebebiyledir. Toplumun içte içe kaynadığı bu iki asır boyunca “tekçi” zihniyet “siyasal alan”ı sessizce gaspetmiş, adım adım “tarihsel rol”ün yerine geçmiştir. Kaynayan kazanın kapağı Tanzimat’la kaldırıldığında siyasal alanın da tarihsel rolün de çoktan buharlaştığı görülür. 1923-1950 arasında “tekçi” kodlar revize edilerek sıfırdan bir “biz” kurgulanmaya çalışılır. 1950-2000 arasında “biz”i ancak “çoğunluk”ta bulabileceğimiz fikri yaygındır. 2000’den bugüne ise “çoğulcu” olmayan hiçbir “biz” tanımına söz hakkı tanınmamaktadır. Yüz yıllık hikâyenin sonunda Türkiye fizikî birliğini korumak uğruna metafizik birliğinden, yani “biz” fikrinden uzaklaşmış görünüyor. Türkiye demokrasiyi seçmekle düşmanlarının tacizinden kurtulamayacağını, kendine özgü bir demokrasi yorumu da bulması gerektiğini ancak yüz yılda kavradı. Feci akıbet geciktirilebildiği kadar geciktirildi. Akıbetin hayra tebdil olmasını istiyor muyuz? Öyleyse çoğulcu olsun çoğunlukçu olsun modern siyaset ve hayat tarzı hakkında nihaî kararlar vermeli, “birlikten bizliğe geçiş”in yolunu açmalıyız.

“Hâkimiyet bilâkayduşart milletindir.” dediğimizde niteliğe, tarihsel role ve şahsiyetin kendini gösterebileceği bir siyasal alana istinat ettiğimizi gösteririz. Ne hâkimiyet istatistiğe konu edilecek bir kavramdır ne de millet dediğimizde nüfusla ilgili bir göndermede bulunuruz. Bir topluluk tesanüd ve amaç birliği sayesinde millet olur, kalabalık olduğu için değil. Hâkimiyet ise millet olma başarısı göstermiş toplumların ahlâkî ve estetik tercihlerinin hayatın her detayında kendini hissettirmesi demektir. Hicret bir gün dönüp Mekke’yi fethetmeye matuf olmasaydı, Ashab-ı Kiram millet hayatının temelini bu şuurla atmasaydı Medine’de tutunmak pekâlâ yeterli görülürdü. “Hicret fetih içindir.” diyen bir dinin mensubu olmasaydık bugün hâkimiyet bahsinde söyleyecek sözümüz olmazdı. Müslümanlar ne Mekke’de azınlıkken millet olma vasfından ödün verdi ne de Medine’deki hâkimiyetleri sayısal üstünlüklerinden dolayıydı. Onlar seçkin bir topluluktu. Seçkinlikleri hem “ben”i muhafaza altına aldı hem de “biz”i mümkün kıldı.

Muhammed SARI (18 Zilka’de 1446 - 16 Mayıs 2025)