Türkiye Cumhuriyeti, İstiklâl Harbi’ni veren insanların ülkü birliğine vararak kurduğu bir devlet değildir. Harp daha sürerken harbi sevk ve idare eden taraflardan biri şu veya bu şekilde kazanımların üzerine oturmuştur. O günden beri cephelerde kazanıp celselerde kaybetmek Türkler için olağandır. Hukuksuzluk olağandır. Tarihte kendi çocuklarını yiyen çok devrim görülmüştür, fakat kendi çocuklarınca yenen tek devrim Türklerinkidir.
Olağanüstü hâlin Türkler için haber değeri yoktur. Cumhuriyet kuruluş anından itibaren olağanüstü şartlar altında ömrünü sürdürmektedir. Savaşlar veya darbeler değildir Türkiye’nin olağanüstü hâlleri. Devletin bizatihi kendisidir, kuruluşundaki tarihsel ve kültürel yarılmadır. Bu varoluşsal yarılma yüzünden Türkiye’de egemenlerin ürettikleri veya istismar ettikleri bir olağanüstü hâl hukukundan söz etmek manasız. Aksine, kuruluştaki hukuksuzluğun dönem dönem ürettiği irili ufaklı egemen tiplemelerinden söz edilebilir. Bir siyasi veya bir sivil olarak yarılmanın ne tarafında olduğunuza göre şekillenir hayatınız. Çünkü ortada göstermelik bir “toplumsal sözleşme” bile yoktur. Devlet ilk andan itibaren vatandaşı kendisine ortak veya sahip olamayacak kadar uzakta, kendisinden kopmaya veya kendisine karşı çıkmaya izin vermeyecek kadar yakında tutmak suretiyle varoluşunun bir yarık, bir çelişki, bir hukuksuzluk üzerine kurulduğunu ispatlar. Onun ideolojisi milletin gerçeğine temas etmediği için, temas etmediği kadar steril kalır. Ama sterilliği onu kırılganlaştırır. Kendini antikordan koruyarak ayakta kalmaya çalışan bir bünye neyse bizde devlet odur.
Türkiye’de kurallar kaosun ardından gelmez. Türkiye’de kuralın, düzenin, kanunun kendisi kaotiktir. “Hukukî boşluk” kınanacak bir hâl değildir; bilakis, boşluklarından istifade edilebilen bir hukuk sistemi daha makbuldür. Böylece “hukuk dairesinin dışına çıkmak”la itham edilmeden hukuku ayak bağı olmaktan çıkarmanın yolu daima bulunabilmektir. Egemen bir yanıyla kanunun içinde, bir ayağıyla daima onun dışındadır. Bu Roma’da da böyledir, Emevî’de de, Osmanlı’da da. Dünyaya liberalizm dayatan ABD’nin, sosyalizm pazarlayan SSCB’nin kendi menfaatleri söz konusu olduğunda faşizanları mumla aratması gibi. Batılı egemenler liberalliği ve sosyalistliği kendilerine tâbi olanlar arasındaki ilişkinin temel prensibi olarak dayatır, fakat bu prensipler kendisini bağlamaz. Liberalizmden ve sosyalizmden çıkış arayanları faşistleşmekle suçlar. Faşizmden, sosyalizmden ve liberalizmden esintilerle şekillenen Türkiye Cumhuriyeti ise aynı anda hepsiyle malul olan ve hiçbirinden istifade edemeyen dünyadaki tek yapıdır.
Türkiye’de egemen figürler milleti yönetmez, onu yöneten mekanizmayı işletirler. Bu sebeple millet ile egemenler arasında doğrudan değil, dolaylı bir ilişki vardır. Millet onu arzularını, özlemlerini, korkularını yansıttığı bir aynada görür; neredeyse muhayyilesinde yeniden ve yeniden tasarlar. Egemen de milleti kendine medyun ve meftun büyük bir kitle olarak tasavvur ederek hep o muhayyel anonimliğe hitap eder. İki taraf da birbirinin reel varlığını değil sembolik anlamını muhatap aldığı için özünde mutlu mesud bir ilişkidir bu. İki taraf da birbirini her yeni bağlamda yeniden üretebilmekte, yepyeni bir tarzda -oyun hamuru gibi, helvadan put gibi- şekillendirebilmektedir. Kriz patlak vermediği sürece ne egemen rolündekiler millet hayatında gerçekten neler olup bittiğiyle ilgilenir ne de millet egemen dediği şahısların aslî niyetini sorgular.
Devrimlerin en tatlı yalanıdır: Soylu tahakkümünün yerini halkın hükmü alacak! Hâlbuki ne dünyada ne Türkiye’de buna fırsat verilmiştir. Bugün paranın egemenliği altında yaşıyoruz. Sermayenin yarattığı soylu (soysuz) tiplerinden ve yığınlardan söz edebiliriz ancak. Eski moda despotizmlerin altını oyan sermaye destekli rasyonalizm ve diyalektizm, sonunda çok daha soyut ve şiddetli bir diktatoryanın zeminini hazırlamıştır. Yine de önceki egemenlik türlerinden farklı olarak sermayenin egemenliği hiçbir epik karakter arz etmez. Sermaye egemenliği halk tarafından sıkıştırıldığında soylulara ve sağcılığa; soylular tarafından sıkıştırıldığında halka ve solculuğa yanaşarak ayakta kalabilir. Sağ ve sol Hegelciliğin hukuk ve tarih felsefesi bu menfaat döngüsünün meşrulaştırılmasından ibarettir. Türkler bu döngüyü kırabilir. Türk milleti ve Türk seçkinleri sermaye egemenliğine karşı ülkü birliği ederek dünyaya bir çıkış sunabilir. Sahte eşitlikleri savunmak yerine gerçek eşitsizlikleri konuşabilirsek sahici bir tartışmanın yolu açılabilir.
Muhammed SARI (19 Şevval 1446 - 17 Nisan 2025)