ESKİ SAVAŞÇILAR VESAİR

14 Mayıs 1950’deki ilk serbest seçimleri ne çoğunluk fikrinin kazandığı ne çoğulculuk fikrinin kaybettiği söylenebilir. Çünkü 27 Mayıs 1960 darbesi bu ayrımı anlamsız hâle getirmişti. Demokrasinin en göstermelik hâliyle bile uygulanmasına müsaade edilmeyeceği o gün belli olmuştu. O tarihten sonra çoğunlukçu sağ partiler içteki rey desteğini, çoğulcu sol partiler dıştaki pey desteğini ileri sürerek niceliğe dayalı bir siyasal hayat müsameresi oynadılar. Hesapçıydılar, sırlarını yıllarca sadece muhasebecilerine açtılar. Bu hesabîlik kendini en son 2018’deki 50+1 kuralıyla gösterdi. Sistem nicel olunca küçük, küçücük, minnacık partiler bile önem kazanıverdi. Çoğunluğu elde tutanlar kendini güvende hissedemedi. Eskiden, azınlıkta kaldıkları için nitelikten dem vurmalarına alıştığımız particikler bile virgülden sonraki küsuratlarıyla nimetten sayılır oldu. Demokrasiyi niteliğin hâkimiyetine aracı kılamayan, bilakis parmak hesabı üzerinden tanıyan bir toplumun bu tuhaflığa düşmesi kaçınılmazdı.

Çoğunlukçu tasarım dünyayı geniş bloklara ayırır, bölgesel ve kıtasal ölçekte birlikleri işaret eder. Çoğulcu tasavvur yeryüzünü sayısız renge boyar, siyasal hayatı bir halita gibi görür. Çoğunlukçular insanlık tarihinin başından beri siyasal ayrılıklar olageldiği gerçeğinin yansımasıdır. Diğer ifadeyle, ne kadar geniş birlikler tesis edilirse edilsin insanların tek bayrak altında toplanamayacağının ispatıdır. Çoğulcu harita ise insanların biyolojik, psikolojik ve kültürel farklılıklarını esas alır. Öte yandan bu verili farklılıklar mutlaklaştırıldığında toplum hayatını, giderek yeryüzünün esenliğini paramparça etme potansiyeli de taşır. Kategoriler yok sayıldığında kimliğin, mutlaklaştırıldığında kişiliğin zarar görmesi kaçınılmaz olur. Bir gün yeryüzünü uzaylılar, robotlar veya bunlarla aynı zihniyete sahip insanlar (!) topyekûn işgal etmeyecekse kategoriler varlıklarını bir şekilde sürdürecektir. 

Aklı başında bir siyasal oluşum hariçteki ve dâhildeki niceliksel dinamiklerin getirdiği fırsat ve riskleri kendi tekilliği/biricikliği lehine çözmeyi becerir. Çoğunlukçuluğun nerede adalet nerede zulüm olduğunu, çoğulculuğun ne zaman zenginlik ne zaman nifak olduğunu bilir. Omuz omuza durmanın ve göğüs göğüse gelmenin nomosunu açıkça ilan eder. Dost-düşman ayrımını sarahate kavuşturmayan veya iradesini uluslarüstü yapılara devreden hükûmetlerden bu hikmeti beklemek nafiledir. Bu noktada “Birleşmiş Milletler” ismindeki çelişkiyi, daha doğrusu isim üzerinden algımızın nasıl yönetildiğini hatırlamakta fayda var. Bir kere, birleşen milletlere artık “millet” denemez, olsa olsa küresel teknolojik hâkimiyetin yürütme aygıtıdır o. İkinci olarak, “birleşmiş” sıfatının vurgulanmasıyla diğer milletlerin dağınık, dışlanmış, zayıf olduğu ima edilir. Her iki durumda da veto hakkı olmayanlar için, yani “birleşmemiş tüm milletler” için çoğunlukçu ve çoğulcu fikirlerin en bozucu tesirlerine kapı açılmış olur.

Sistem için esas olan hâkimiyettir, hâkimiyetin hangi vasıtayla elde tutulacağı ikincil önemdedir. Libertenler eliyle de olur muhafazakârlar eliyle de. Dünyanın bir yerinde çoğulcu politikalar üzerinden de hâkimiyet tesis edilir, başka bölgelerde çoğunlukçu uygulamalar üzerinden de. Kültürel-biyolojik-psikolojik kategorileri yok sayar gibi de yapabilir, mutlaklaştırmış gibi de görünebilir. Hâkimiyet prensibi özünde aynı kaldığı için değişen vasıtalar birbirini dışlamaz; aksine, hâkimiyetin çapı “zıtların birbirini kapsaması” suretiyle genişler. Bilimcilik düşüncesini milliyetçilik, milliyetçiliği sömürgecilik, sömürgeciliği demokrasi, demokrasiyi teknoloji kapsar ve bu böyle sürüp gider. Katman geçişleri arasındaki kalıntıları temizlemek de bordrolu akademiye, resmî-gayrıresmî kolluk kuvvetlerine, istihbarat destekli medya ekiplerine havale edilir. İç içe geçen birçok katmandan söz etmek mümkündür ama modern Batı hâkimiyetini iki karakteristik döneme ayırabiliriz: ekonomik ve teknolojik dönem. 19. yüzyıl başlarında ekonomikleşen Batı düşüncesi, 20. yüzyılın sonlarına doğru teknolojikleşti. Başlangıçta hayat tarzını ulusal burjuva değerleri üzerine bina eden modern Batı, bugünkü metafiziğini küresel enformasyon ağları üzerine kuruyor. Anlayacağınız, artık “eski savaşçılar vesair geçmiyor bulutlardan.” Önce tacirler, ardından bürokratlar, derken bugün sadece uydular geçiyor. 

Enerji ve haberleşme ağları üzerine kurulmuş küresel teknolojik hâkimiyet mevcut siyasal birliklerin ve ekonomik ortaklıkların ötesine geçmiş görünüyor. Böyle bir dünyada hâlâ çoğulculuğa veya çoğunlukçuluğa dayalı demokrasi modellerini tartışanlar modern hâkimiyetin aslî unsurunu ıskalamıştır: Niceliği. Nitelik üzerinden konuşmaya başladığımızda gerçek düşmanı, yani küresel teknolojik hâkimiyeti şehadet parmağımızı doğrultarak, yani doğrudan işaret etme imkânı buluruz. Nasıllar yerine nedenleri koyduğumuzda sayısal bilimler-sosyal bilimler atışmasının ötesindeki bir epistemolojik alana açılmak istediğimizi beyan ederiz. Köprüden önceki son çıkışı kaçırdığımıza üzülmeyi bırakır, köprüyü havaya uçurmanın yollarını aramaya başlarız.

Muhammed SARI (28 Zilka’de 1446 - 26 Mayıs 2025)

ÇOĞULCULUK VE ÇOĞUNLUKÇULUK KISKACINDA “BİZ”

Modernler “ben” idesi üzerinde yükselen bir hayat düzeni kurdukları düşüncesiyle mutlu mesut yaşarken bir de baktılar ki “biz”i hortlatmışlar! Döndük dolaştık, küresel teknolojik hâkimiyet karşısında gövdesini “ben”e siper edecek bir “biz”e ihtiyaç duyulan günlere geldik. Dünya Savaşları “biz” fikrinin canlılığını koruduğu son dönemlerdi. İkinci Dünya Savaşı’ından sonra bireyciliğin galibiyeti aslında yapılacak iş kalmadığının da ilanı oldu. Bireycilik için “tarihin sonu” o günlerde başlamıştı denebilir. Yine de 1960’ların ortasına kadar şüphelenmek için görünürde sebep yoktu. Modern birey mitinin çöküşü ilk açık sinyali 1970’lerde dillendirilmeye başlanan “öznenin ölümü” teziyle verdi. 19. yüzyılın sonlarında tekebbürün ve yabancılaşmanın zirvesine ulaşan “özne birey” 20. yüzyılın ortalarını zor gördü. “Birey olduğu ama artık özne olmadığı” söylenen bu yeni insanın hâli içler acısıydı. Postmodernlerin attığı bu derin ara pası küresel teknolojik hâkimiyet iyi kullandı, “özne olmayan bireyi” öldürmeyecek ve oldurmayacak bir aralıkta tutarak kendine hizmet ettirmeyi başardı. Skorun sürekli insanlık aleyhine işlediği ama maçın bitmek bilmediği tuhaf bir döngüye girmiş olduk.

“Ben”in sayısız tanımı var. Bu tanımların nizasından türeyen sorunlarla baş etmek sistem için hiçbir zaman zor olmadı. Fakat sayısı ve çapı fark etmeksizin bütün “biz” tanımları tehdit olarak kodlandı. Bu tehdidi gidermenin iki yolu vardı: İlki, bir tür insanlık ailesi denebilecek “küresel biz” anlatısını yaygınlaştırmak, diğeri ise bu anlatının içinde kalmak kaydıyla işçi, zenci, çevreci, feminist... gibi alt kategorilere ayrılan “marjinal biz” tasarımlarına yol vermek. Bunlardan başka “biz” hesaba katılmadı. Sistemin sahiplerinin “biz” dediğine kanmamak gerek. Onların “biz”i ya “eşitler arasında daha eşit olanlar”ı işaret eder ya da “kendini marjinalliğe eşitleyenler”i. Bu “biz”, geriye kalan milyarlarca insanın durumunu açıklığa kavuşturacak nitelikten ve organiklikten yoksundur. Çünkü küresel ve marjinal “biz”ler sadece nicelik belirtir. Küreselciler ve marjinaller birbirlerine nefret ve menfaat bağlarıyla bağlıdır; ancak olur da organik bir “biz” fikri ikisinin de varlık sebebini ortadan kaldırır korkusuyla niceliklere dayalı bu dengeyi koruyacak söylem ve düzenekler geliştirmişlerdir. Özellikle neo-liberalizm aşılı demokrasi hermenötiğinden doğan iki kavramı öne çıkarırlar: çoğulculuk ve çoğunlukçuluk.

Niceliği esas alan çoğunlukçu ve çoğulcu fikirlerin birbirlerini niteliksizlikle suçlamaları doğal. Hakiki niteliğin konuşulmaması için bu kayıkçı kavgasının sahnelenmesi gerek. Statükoculuk ve devrimcilik eksenine sıkıştırılan her mesele gibi niteliğin hâkimiyeti bahsinin de kadük kalması amaçlanır. Organik biz, yani “niteliğin hâkimiyeti” çoğunlukçuların mesnedi olan sayısal üstünlük argümanını yeterli bulmaz, çoğulculuğa vurgu yapan bölücü hayat tarzını meşru görmez. Bu türden organik biz fikrinin ete kemiğe bürünmesine sadece Türk siyaset tarihinde rastlıyoruz. Sayıların fazla anlam ifade etmediği “tekçi” bir siyaset geleneğine mensubuz. Çoğunlukçu veya çoğulcu olmak arasındaki farklara büyük anlamlar yüklememişiz. “Tekçi” kod esasen rekabete yabancıdır, her tür demokrasi girişimini “hâkimiyetin paylaşılması”, “devlete ortakçı çıkması” girişimi olarak algılamaya yatkındır. Bununla birlikte bir tür “birlik” çağrışımı taşıdığı için “çoğunluğun hâkimiyeti”ne daha sıcak baktığı da bir gerçektir. Bu da Türkiye’de sağ iktidarların elini kuvvetlendirmiştir. Kolay zamanlarda son derece gevşek siyasal katılıma sahip Türkler zor zamanlarda birlik sağlamakta zorlanmamıştır. Sağ iktidarlar bundan da yararlanmıştır. Ne de olsa oy veren ama gerisini koyveren seçmen kitlesi bütün siyasetçilerin hayalidir. 

Türkler birlik olmakta zorlanmamıştır. Sorun, birliğin neye hizmet edeceği hususunda yaşanmıştır. “Tekçi” siyasetin kodları ile halkın birlik olma eğilimi ilk bakışta birbirini tamamlayan bir görüntü arz eder. Böyle denk gelişleri ezberci, satıhçı Türk entelijansiyası “tek adamlık” olarak etiketlemeye hazırdır. Hâlbuki içeriden bir okumayla “tekçi” siyaset geleneğinde kolayca birlik olunduğu ama kolay kolay "biz" olunamadığı görülür. Osmanlı’nın 16. yüzyıldan beri yaşadığı inkırazın 18. yüzyıla kadar kabul edilmemesi veya görülememesi “tekçi” siyasetin “birlik” mefhumunu örtmesi ve istismarı sebebiyledir. Toplumun içte içe kaynadığı bu iki asır boyunca “tekçi” zihniyet “siyasal alan”ı sessizce gaspetmiş, adım adım “tarihsel rol”ün yerine geçmiştir. Kaynayan kazanın kapağı Tanzimat’la kaldırıldığında siyasal alanın da tarihsel rolün de çoktan buharlaştığı görülür. 1923-1950 arasında “tekçi” kodlar revize edilerek sıfırdan bir “biz” kurgulanmaya çalışılır. 1950-2000 arasında “biz”i ancak “çoğunluk”ta bulabileceğimiz fikri yaygındır. 2000’den bugüne ise “çoğulcu” olmayan hiçbir “biz” tanımına söz hakkı tanınmamaktadır. Yüz yıllık hikâyenin sonunda Türkiye fizikî birliğini korumak uğruna metafizik birliğinden, yani “biz” fikrinden uzaklaşmış görünüyor. Türkiye demokrasiyi seçmekle düşmanlarının tacizinden kurtulamayacağını, kendine özgü bir demokrasi yorumu da bulması gerektiğini ancak yüz yılda kavradı. Feci akıbet geciktirilebildiği kadar geciktirildi. Akıbetin hayra tebdil olmasını istiyor muyuz? Öyleyse çoğulcu olsun çoğunlukçu olsun modern siyaset ve hayat tarzı hakkında nihaî kararlar vermeli, “birlikten bizliğe geçiş”in yolunu açmalıyız.

“Hâkimiyet bilâkayduşart milletindir.” dediğimizde niteliğe, tarihsel role ve şahsiyetin kendini gösterebileceği bir siyasal alana istinat ettiğimizi gösteririz. Ne hâkimiyet istatistiğe konu edilecek bir kavramdır ne de millet dediğimizde nüfusla ilgili bir göndermede bulunuruz. Bir topluluk tesanüd ve amaç birliği sayesinde millet olur, kalabalık olduğu için değil. Hâkimiyet ise millet olma başarısı göstermiş toplumların ahlâkî ve estetik tercihlerinin hayatın her detayında kendini hissettirmesi demektir. Hicret bir gün dönüp Mekke’yi fethetmeye matuf olmasaydı, Ashab-ı Kiram millet hayatının temelini bu şuurla atmasaydı Medine’de tutunmak pekâlâ yeterli görülürdü. “Hicret fetih içindir.” diyen bir dinin mensubu olmasaydık bugün hâkimiyet bahsinde söyleyecek sözümüz olmazdı. Müslümanlar ne Mekke’de azınlıkken millet olma vasfından ödün verdi ne de Medine’deki hâkimiyetleri sayısal üstünlüklerinden dolayıydı. Onlar seçkin bir topluluktu. Seçkinlikleri hem “ben”i muhafaza altına aldı hem de “biz”i mümkün kıldı.

Muhammed SARI (18 Zilka’de 1446 - 16 Mayıs 2025)

BİRİLERİNİN ANASINI AĞLATAMADIĞIMIZ İÇİN

Barış, savaşın ardından yapılır. Ve savaş iki taraf arasında yapılır. Savaştan ve barıştan bahsettiniz mi orada ikilik olduğunu kabul etmişsiniz demektir. Kürtler “biz”in ötekisi mi? Türkler “biz”in berikisi mi? Soruları böyle sorarak ben de saçmalıyor, ikilik fikrini pekiştiriyor olabilirim. Bunları bir kez ayrı ayrı zikrettiyseniz işiniz bitmiş demektir, geçmiş olsun! Konuşulacak diğer bütün şeyler tâlî meselelerdir. “Tâlî” deyip küçümsediğimi zannetmeyin. Aslî kavgaların görünmemesi için bütün dünyada siyaset tâlî meseleler üzerinden yürütülür. Demokrasi tiyatrosu bu tâlî meselelerin medya sahnesinde temsiliyle cereyan eder. Her akşam kapalı gişe oynanmasına hacet yoktur. Aslolan sahnenin boş kalmamasıdır. Bir gün pax oyunu oynarsın, öbür gün terreur.

“Terörsüz Türkiye” sloganı “Yeni Türkiye” sloganının devamı. Yani “henüz ve hâlâ başarılamamış bir görev”in peşine düşmüştür birileri. Ben ise “terörsüz Türkiye” yerine Türkiye'siz bir terör ihtimalinin konuşulmasından yanayım. Çünkü terör tanımı gereği Türkiye'siz de devam eder. Fakat Türkiye var olduğu müddetçe terör (!) kaçınılmazdır. Şayet hainlerin ve zalimlerin hasmı ise Türkiye’nin kıyamete kadar düşmanları olacaktır. Korkum, Türkiye’nin var olmadığı bir dünyada terör neymiş cümle Müslümanların acı acı öğrenmesidir. “Düşmansızlık” algısı pompalayanlar bile bile Türk ve dünya tarihine aykırı bir söz ediyor. “Analar ağlamasın.” sözü de bu bilinçli çarpıtmanın paravanı. Türkiye gibi bir ülkenin düşmanları hiç bitmeyeceği için cihad bahsi de daimidir. Bir erkek Allah yolunda cihad ettiğine inanıyorsa, bir ana oğlunun mücahidliğine şahitse ağlamaktan korkulmaması beklenir. Şehadetten daha üstün bir makam bilmiyorsak “analar ağlamasın”ı nasıl zikredebiliyoruz? Türkiye’nin tarihsel rolü “analar ağlamasın” gibi renksiz, kokusuz bir reklam spotuna indirgenemez. Rengimizi, kokumuzu kaybediyorsak bu birilerinin anasını ağlatamadığımız içindir. Daha korkuncu, verilen mücadeleye “cihad” denilip denilemeyeceğine dair derin bir bilinç kaybı yaşandığı içindir. İnsanlar en az 20 yıldır, gerçekte ise 65 yıldır adım adım bu bilinç kaybına sürükleniyor.

Sorular açık: “Türkiye savaşıyor muydu?” Cevap vermek zor. “Türkiye PKK’ya karşı cihad mı ediyordu?” Buna cevap vermek daha zor. Olan bitenlere dönem dönem, hadiseden hadiseye başka isimler bulmak gerekir belki. Türkiye’nin savaştığını, hatta cihad ettiğini kabul ettik diyelim. O zaman şu soruya cevap vermek gerekir: “Türkiye kırk yıldır PKK ile mi savaşıyordu?” Öyle olsaydı “terörsüz Türkiye” lafının asgarî bir anlamı olurdu. Ama biliyoruz ki PKK, Türkiye’nin en zayıf düşmanıydı, çünkü en açıktaki hedefti. Ateşli silahların ötesinde PKK eliyle yapılanlar bilançonun asıl karanlık tarafıdır: Kürt medreseleri çökertildi, hayvancılık bitirildi, Kürtler uyuşturucu ve kaçakçılıkla bilinir oldu, kimlik ve sınır kavramları tartışmalı hâle getirildi, anne dili farklılığı ayrılıkçı bir koz olarak kullanıldı, Kürt çocukları sekülerleştirildi vs vs. Bu alanlarda hiçbir hakiki mücadele verilmedi. Yani harcanan trilyon doların hayırlı sonuç vermesini beklemek ham hayaldir. İnsanlar ekranlara farklı renklere boyanmış parçalı haritalar çıkarıyor ve bakın işte kazandık diyor! Düşman (!) sınırda bağımsız bir bölge kazanıyor ama birileri işte düşmanı sınır dışına attık diyor. Bir taraf ahlaksız diğer taraf ahmak olduğu sürece anadan üryan gezen krala kimse yuh çekmeyecek. Yeni Anayasa süreci inkıtaa uğrar uğramaz sahneye çıkıp Gezi Parkı eylemlerini ateşleyen Sırrı Süreyya Önder kralın kim olduğunu biliyordu ve çıplaklığından haberdardı. Bugün onun ardından hüsnüşahadet edenler kendilerinin bile kim olduğunu bilemez haldedir.

Lozan’da Kürtlerin gayrimüslim olarak zikredilmemesi şer’î ölçüler açısından da güven ortamını tesis ve teyid etmişti. Kimin millet-i hâkime kimin baldırı çıplak olduğu açıklığa kavuşmuştu. Fakat Lozan’ın hemen ardından Kürtler önce bir güven sorunu yaratılarak, sonra güvenlik sorununa dönüştürülerek Türkiye’nin varlık şartlarına ölümcül bir darbe indirildi. Lozan’dan 100 yıl sonra bile aynı sorunları, özellikle de Yeni Anayasa’yı konuşuyoruz. Sürecin hitama ermesi için önce PKK meselesinin halledilmiş görünmesi gerekiyordu ki Yeni Anayasa’yı PKK unsurlarıyla birlikte ve Pax Americana (yani “çatışmasızlık”tan doğacak yeni kâr kaynakları, yeni pazarlar) uyarınca yazmanın zemini oluşabilsin. Trump’ın “Gazze’yi turizme kazandırma” planı da aynı “çatışmasızlık” söyleminin eseriydi. İşler şimdilik planlandığı gibi gidiyor. Türkiye üzerinde emelleri olan odaklar arasında bir niza doğmazsa veya içimizden “Analar ne yiğitler doğurmuş!” dedirtecek seçkin kimseler çıkmazsa işimiz zor. Yiğit dediğin bir günde yetişmez. Önce ömrünü buna vakfedecek anaların çıkması lazım.

Pax Americana analara tek şey teklif ediyor: “Daha fazla ağlamak istemiyorsan ağladıklarının üzerine bir sünger çekeceksin!” Bugün bu şantajı müjde gibi sunan ve karşılayan sayısız insan var. Bu güruhun mürekkep yalamışları ise bizi “soğuk savaş konseptine takılıp kalmak” ithamıyla ilzama çalışıyor. Anaların ağlamamasının yolu gerçekte onları sahte düşmanlıkların mağduru yapmamaktan geçiyor. Aksine bir de sahte barışın şantaj malzemesi haline getirilerek anaların değil torunların ağlamasının da yolu açılmış oluyor. Meseleler bir yönüyle bu kadar basit, fakat anlaşılmaması için her şey akıl almaz derecede zorlaştırılıyor. Bir türlü Türkler lehine, dünya sistemi aleyhine bilinçli bir kamuoyu oluşamıyor. Bunun en büyük sebebi 65 yıldır aralıksız istihbarat manipülasyonu altında karakteri aşındırılan Türk toplumunun kendisidir. Acı ama böyle.

Muhammed SARI (13 Zilka’de 1446 - 11 Mayıs 2025)

ŞİİR KONUŞUR

Hepimiz bir bahaneyle kendimizi konuşuyoruz. Hakkıyla tanımadığımız o “kendimiz”den bahsetmeye meftunuz. Böyle bir çağa denk geldik. Kendimizi konuşuyoruz ama kendimizle konuşmuyoruz. İkisi arasında bir bağ ve bir fark var: Kendimizi konuşmak, kendimizle konuşmaya başlamanın ilk adımı olabileceği gibi kendimizle söyleşmenin önündeki en büyük engele de dönüşebilir. Modern insan kendi huzurunda el pençe divan. Öte yandan hep kendi nazarları altında olmaktan, yani kendinin fazla farkında olmaktan da huzursuz. Ne tuhaf, benliğimizi ilahlaştırırcasına hayatın merkezine koyuyoruz ama inceleme nesnesi bir şeyi nasıl ilah sayabiliyoruz?

Kendini konuşmak insanın doğal eğilimi olduğu için sanatın da varoluş sebeplerinden. Sanatçının gizli veya açık kendini şerh etmediği bir eser düşünemiyoruz. Sanat eserlerinin son mertebede bir ayna oluşu onun yansıtmacı, dışavurumcu doğasından ileri gelir. Yüzümüzü görmek için edebiyatın aynasına bakarız ama gerçek yüzümüzün orada olmadığını bilmek şartıyla faydalanabiliriz aynadan. Aynanın nesneyi gösterebildiği illüzyonuna kapıldığımızda sanatı hakikat, varlığı ölümsüz sanmanın kapısı da açılır. Çevrimi kendiyle başlayıp biten bütün sözler bu tuzağa düşer. Sanatçı söze ya kendinden başlatıp onu başka bir ufka ulaştırdığında yahut başka bir diyardan başlayıp sözü kendine vardırdığında bu döngüden nispeten kurtulmuş olur. Yalnızca nitelikli sözdür ki sözü aşma imkânı sunar. Sözden ibaret kalan söze Türkçede “laf” deriz. 

Kendini konuşmayı sevenler lafı kendilerine getirmeden edemez. Kendi haklarında konuşulmasını, kamuyu kendileriyle meşgul etmeyi severler. Onlarınki logoların, markaların, forsların dünyasıdır. Dünyaya izler ve işaretler bırakmaya, kendilerini o nişanelerde seyretmeye doyamazlar. Kendiyle konuşanların ise ne nişaneler umrundadır ne kamu. Doğrusu nam nişan sahiplerinin ve kamunun da böylelerinden haberi olmaz. Ekseriyetle uygunsuz ve marjinal olarak damgalanır “kendiyle konuşanlar.” Çünkü kamunun gözünde onlar “kendiyle konuşan” değil, “kendi kendine konuşan”lardır. Kendi kendine konuşmak modern hayatın normlarına uymuyor. Fakat endişelenilmesi gereken durum kişinin kendiyle konuşmayı kesmesidir. “Kendiyle konuşanlar” nedenleri irdelemeyi bırakmayanlardır. “Neden?” diye sormayana neden insan diyelim ki? Kendiyle bilişip konuşmak o kadar az insana nasip olur ki onlara artık sanatçı demek doğru olmaz. Çünkü eşiğinde durdukları şey artık bir tür aşkınlık bilgisi, bir tür metafiziktir. Sanatçı “sanatçı kalarak” o eşiği asla geçemeyecektir.

“Kendiyle konuşmak” ifadesi ilk bakışta yanıltıcı olabilir. Konuşma iki taraf arasında cereyan eder; fakat kişi kendi içinde tektir, bölünemezdir. Öyleyse “kendiyle konuşmak” olsa olsa bir iç bölünmenin neticesidir diye düşünebiliriz. İç dünyamızın bölünmesine ancak hastalık adını verebiliriz, “kendiyle konuşmak” değil. Konuşma “bir”in bölünmesiyle değil, “iki”nin bütünlenmesiyle cereyan eder. Bu bakımdan “kişinin kendiyle konuşabilmesi” eşya ve hadiselerin dilini bilmesi demektir. Yoksa kimse kendine sorduğu sorunun cevabını kendinden alabilmiş değildir. Hatta mantık gereği kişi kendine soru da soramaz. Soru -farkında olalım olmayalım- hep başkasına sorulur. Soru sarı çiçeğe sorulur.

Sorular dil içinde ve kendi içimizde boğulmamızı engelleyen, bizi yüzeye çıkaran, talih yaver giderse sahile varmayı sağlayan zihin hamleleridir. Özetle, sormak düşünmektir. Düşünceler boşlukta var olamazlar. Düşünceler dünyaya temas etmekten doğar. Bu bakımdan her düşünce (her soru) eşyadan çarpıp bize dönen bir yankının, insandan insana ulaşan bir ilişkinin hasılasıdır. Düşünceler eşya ve hadiselerden sekip boşluğa savrulmak için var olmuş değillerdir elbette. Yani “kendimizle konuşma” arzumuzun ereği ne nesneler ne öznelerdir. Konuşmanın amacı yükleme varmaktır. Sonra mümkünse yükle(n)menin mahiyetini araştırmaktır. Ve nihayet nasip edilirse “yük”ü tanımak, sevmektir. 

Yüksüz söz, yükümlülüksüz insan vasatlığa demir atar. Hâlbuki sanatta ve sanatla hiçbir şeyin vasatına talip olamazsınız. Sözü ve sahibini yükselten yüküdür. Sanatın özüne açılan kapının anahtarı bu yüzden kerameti kendinden menkul bir yücelik vehmi (kendini konuşmak şehveti) değil, kendinde mahfuz kıymeti aramakta (kendiyle konuşmak dileğinde) sebat etmektir. Yapmadır sanat, yapmacık değil. Menkul değerlerle değil, mahfuz değerlerle yol alır. Şair “kendini konuşmak”tan “kendiyle konuşma”ya geçebilirse şiir de konuşmaya başlar. Yükünü bilen Rabb’ini bilir. Yükünü bilen konuşursa şiir de konuşur. “Kendileriyle konuşulamayan Türkler”in kendi aralarında ne konuştuklarını anlamak için şiir dışında başvuracağımız bir kaynak yok.

Muhammed SARI (6 Zilka’de 1446 - 4 Mayıs 2025)