TÜRK’ÜN EĞRİ KILICI

İnsanlar ideallerin işe yaramadığı, eyleme geçilmesi gereken bir döneme girdiğimizi söylüyor. Şahsen şu “idealler devri”nin ne zaman başlayıp bittiğini merak ediyorum. Ne zaman vuku bulmuş, kim görmüş? İnsanlık hususen son birkaç asırdır küreyi harabeye çeviren yıkımlar dışında neye şahit olmuş? Miladın ikibinyirmibeşinci yılında biten bir şey varsa aksiyonun bir türlüsü, başlamak üzere olan bir şey varsa aksiyonun başka türlüsüdür. O yüzden “aksiyon vaktidir” diyen biri manasız değil, kurnazca bir laf etmiş olur. Tefekkür ne zaman yön tayin edici sayıldı ki sıra aksiyona gelmiş olsun? Kaldı ki ideallerle aksiyonu neden birbirine rakip sayalım?

Pratik üzerine, dünyaya müdahale etmek üzerine uzak ve yakın tarihte sayısız tartışma var. Siyasetin gövdesini büyük oranda bu tartışmalar oluşturuyor. İlkeler üzerine tartışma cereyan etmiyor yahut kamuya açık yapılmıyor. Her şey kapalı kapılar ardında. Karar alıcıların kürsüye düşünce erbabı yerine gazeteci, kanaat önderi, troll, akademisyen, magazinci, sermayeci taifesini çıkarması bunun en açık göstergelerinden. Bu taifeden şu soruların cevabını asla alamazsınız: Türk devleti hangi çıkış noktasını esas almaktadır, hangi yürüyüş rotasını seçmiştir? Türk devleti için her şeyin ön belirleyeni nedir? Türklerin aslî ve adlî dostları, aslî ve adlî düşmanları kimlerdir?.. Cevapları gündelik pozisyon alışların gevşekliği içerisinde sıhhatle tespit edemiyoruz. Gevşeklik gelecek projeksiyonumuzu da bulandırıyor. Bir devlet en temel motivasyonunu karartma altında tutuyorsa bu onun en büyük gücü olduğu içindir. Fakat bir devleti ayakta tutan o motivasyon milletin aleyhine olduğu için gizliyse günahların en büyüğü işleniyor demektir.

Savaşmak hakkında bir geleneği, tutumu, kararı olmayan her toplum er geç yem olacaktır. Bizim geleneğimizde küçük cihad, elde silah, başlayıp biten savaşlardır. Büyük cihad ise doğumdan ölüme, elde iman denen koru tutma mücadelesidir. Aslî düşmanımız nefsimiz ve onu ayartan şeytanlardır. Adlî düşmanlarımızla savaşımız gücümüz ve güçleri yettiğince devam eder, bir yerde galibiyet veya mağlubiyetle biter. Adaleten savaştığımız düşmanlarla kılıç iki taraftan birini indirene kadar müzakere imkânı hep vardır; çünkü düşmanı hatadan döndürmektir amaç. Asaleten savaştığımız nefsaniyet ve şeytaniyetle müzakere etmeyiz; çünkü bunların yollarından dönme, yaratılışlarının dışına çıkma imkânı yoktur. Dolayısıyla bu türden düşmanların asaletimize halel getirme, bize aslımızı unutturma tehlikesi çok yüksektir. Adaleten savaştıklarımız arasındaki bir kısım insanlar da bu mutlak/âslî düşman kategorisine girer. Geri kalanlar için can çıkmadıkta ümit vardır. 

Batı’nın “herkesin herkesle savaşı” diyerek bütün yeryüzünü ateşe verme stratejisi kabul edebileceğimiz bir prensip değil. O topyekûn deliliktir. Herkesin herkesle askerî, malî, kültürel mücadelesi yeryüzünde fitnenin fitilini ateşler. Müslüman için savaş tek yönlü, tek amaçlı, başı sonu olan bir eylemdir. İsmi “selam” olan dinde yasak olan savaş değildir, çünkü savaş yasaklandığında dünyada ne adaleti ne asaleti korumak imkânı kalır. Yasaklanan ölçüsüz savaştır. Dostunu düşmanını ayırt edemeyenlerin barışı da kirlidir. Onursuz barış insanlığı fısk u fücura batırmaktan, akla hayale gelmeyen şiddet türlerini tetiklemekten başka işe yaramaz. Adil savaş ve makul barış dünyayı temizler. Yeryüzünde birikmiş kiri dökecek kadar ateş. Durmasını, “yumuşatmasını bilen ateş.” Müslümanın savaşı dünyalığa el koymaya, barışı ise köle halklar yaratmaya matuf değildir. Batı’nın “düşman yaratmak” ve “düşmanı yok etmek” konseptleri reddedilir. En kritik savaş “savaşın ve barışın anlamına el koymaya kalkışanlar”a karşı verilir.

Müslüman için “yumuşatmayı bilen ateş” işin ancak bir yanıdır. Bize “öğüt sahibi toprak”ın yardımı da gerekiyor. “Düşmanı yenecek kadar güçlü” olmakla vazifeliyiz; ancak imanımızı kemale erdirmek istiyorsak “düşmanı kurtaracak kadar güçlü” olmayı bir ufuk olarak önümüze koymalıyız. Biz eğri kılıcımızı geri alabilirsek doğru yol açılacak. Eğri kılıcın sırtı dosta, ağzı düşmana bakacak.

Muhammed SARI (12 Şevval 1446 - 10 Nisan 2025)

YENİ EMEVİYYE

“Yeni Emeviyye” ismi yeni bir dünya tasarımı, yeni bir nomos ilanı anlamına gelmiyor. O sebeple "yeni" derken “yine” demiş oluyorum. Olan bitenlerde yeni hiçbir şey yok çünkü. Yaşayanlar şimdide yaşadığı, düşünenler geniş zamanlarda gezindiği için aradaki makas açıklığı yanlış anlamalara sebep oluyor. Yine de asıl sorun bu değil. Sorunumuz, dünün mallarını boyayıp bugün satan veya bugünün değer yargılarını geçmişe yamayan haysiyet tüccarlarından kaynaklanıyor. Yaşayanlar ile düşünenler arasındaki uçurum ne kadar büyürse fırsatçılar o kadar kâr ediyor.

Kemalizm, sosyalizm, liberalizm vs derken arkasından gelen İslâmcılık, Osmanlıcılık, milliyetçilik dalgalarıyla birinin diğerinden ayırt edilemediği, Tanzimat-Cumhuriyet aralığındaki Batılılaşma fikriyatının tersine dönmüş gibi göründüğü bir politik vasata vardık. Devlet yakın tarihinde ilk defa bütün atlara oynuyor. Bu şu demek: Kaybeden asla ben olmayacağım! Kazananın kim olacağını bilemiyoruz ama kaybedeninin kendisi olmayacağını devlet en baştan deklare etti. Bunu anlamak için dış politikada Türkiye Cumhuriyeti ve iç politikada Cumhur İttifakı lehine eşzamanlı işleyen hadiseleri üst üste koyarak okumak yeterli olacaktır. Henüz kaynağı, mahiyeti, potansiyeli ve yönsemesi etraflıca analiz edilmemiş olsa da devlet ricalinde açık bir güç istenci görüyoruz. Güç deyince bir mim koymak lazım. İslâm tarihinde ilk büyük fitnenin iktidar mücadelesi yüzünden çıktığını ve gündemimizden bir daha hiç düşmediğini hatırlayalım.

Doğru kişilerin doğru amaçlarla buluştuğu anda ortaya çıkan momentuma güç deriz. Yani Müslüman için politik güç kendi başına amaç değildir. Zaten saf manada bir politik güçten söz edilemez; her politik güç bir uzlaşmanın, bir terkibin hasılasıdır. Bu bakımdan politik gücün karakterini ve akıbetini tarih boyunca iki şey belirlemiştir diyebiliriz: arzu ve ahlâk. Arzu önünde sonunda ahlâkı devre dışı bırakmaya meyillidir çünkü kördür. Gücün arzu ile ilişkisi çeken kutuplar ilişkisidir. Güç ahlâkı da çekmeye çalışır. Bir yanına ceylanı bir yanına arslanı almak ister güç. Fakat ahlâkın daima başka bir planı vardır. Ahlâk arzuları yok etmez, arzulara kulak verir ama onlara meşru bir hat çizer. Arzuyu meşru dairede tutabildiğinde gücü de belli oranda hizaya getireceğini bilir. Güç de yegâne meşruiyetini ahlâktan devşirebileceğinin farkındadır ama doğası gereği direnebildiği kadar direnir. Tarih bize gösterdi ki ancak ahlâkın arzuyu tahdidiyle ortaya yapıcı ve kararlı bir güç iletimi çıkabilir. Risalet ve hilafet devirleri bir bakıma bunun tecrübesidir.

Arzunun ahlâkı dışlaması neticesinde doğan yönetim ahmaklığa, gücün ahlâkı baskılamasıyla doğan yönetim zulme varır. Politikada yahut başka hiçbir alanda ahlâk ile realizm birbirine alternatif iki alan olarak ele alınamaz. Ahlâk hem bir ön belirleyen hem süreç boyunca arzuya ve güce eşlik eden bir kavramdır. Müslümanı diğer toplumlardan ayıran hem ahlâklı hem makul davranmaktaki ısrarıdır. Ahlâk ile aklı birbirinden ayırdığınızda yemyeşil bir Makyavel olma yolundasınız demektir. Mızrakların ucuna musfah sayfalarını takmanız an meselesidir. Çok kısa bir sürede belki de dünyanın en geniş sınırlarına ulaşmasına rağmen Emevî Devleti’nin Müslümanlar nazarındaki tartışmalı konumu arzu-ahlâk-güç dengesini kur(a)mamasından kaynaklanır. “Yeni Emeviyye” tabiri bu sebeple geçmişe dönük bir ithamdan çok, geleceğe dönük bir ihtar kastı taşır. Emevî ile başlayıp Fatih devri Osmanlısıyla zirveye ulaşan saltanat formu “gücetaparlığı” sebebiyle İslâm’ın esasının ne olduğunu bize çok çabuk unutturabilmiştir. Şam-İstanbul ekseni Medine rotasından saptıkça Müslümanlar itikadî açıdan izah edilemeyecek noktalara savrulmuştur.

Emevîleri bir bahis olarak ortaya atmam beni Abbasî, Selçukî, Osmanî yapar mı? Ne münasebet! Böyle anlayanlar, anlamayanlardır. Anlaşılması gereken şu: Bizim dünyaya yeni bir saltanat teklifi yapmamız mevcut hırgürün yeşile boyanmışını teklif etmekten başka manaya gelmez. Emevî veya Abbasî merkezli okuma, aynı Selçuklu ve Osmanlı merkezli okuma gibi İslam’ı kavrayışımızı daraltıp katılaştırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. İslâm’ı risalet ve hilafet devirleri ekseninde ele alamadıktan sonra insanlığa bir armağan, bir çıkış yolu sunmuş olmayacağız. Daha öz ifade edelim: Din asıl, devlet onun faslı olmadıkça İslâm’ın insanlığa teklif ettiği itikadın yüksekliği görülemeyecek. İslâm açısından “din ü devlet” ifadesi bile zaid sayılmalıdır. Din vardır. Ve varsa ancak ondan neşet eden bir devlet makbuldür. İslâm mücerred/tarihüstü bir devlet ütopyası peşinde koşmamış ama müşahhas/tarihsel bir Roma formu üzerine de konmamıştır. İslâm bir devlet modeli icat ve ithal etmek zorunda olmamıştır. Çağ neyi gerektirmişse o model üzerinden ilerlenmiştir. Şehir devletiyse şehir devleti, emirlikse emirlik, beylikse beylik, sultanlıksa sultanlık, cumhuriyetse cumhuriyet. Asıl olan ahlâkî/itikadî ilkeye sadakattir.

Muhammed SARI (4 Şevval 1446 - 2 Nisan 2025)