ŞAİRİN KULÜBESİ

Heidegger’in kulübesinden önce Abdülhak Hâmid’in “külbe”si vardı. Gerçi “külbe”sini Rousseau’nun arazisine kondurmuştu, kiracıydı ama olsun. Azametli tavrıyla ev sahibi olduğu, olacağı izlenimi uyandırıyordu. “Külbe-i İştiyak”ını okuyun, Anadolu peyzajını pek tanımayan şair-i azamın tabiat denen nesneyi gidip ta Hindistan'larda keşfettiğini görürsünüz. Her özenti girişim gibi bu da sentetikti, inandırıcılıktan uzaktı, bir tür modaydı. O yıllarda yaşanan ve yazılan hâlleriyle tüm modalar Hâmidgillerden sorulurdu. Onun gibilerin hem modern Paris’e hem Hindistan cangıllarına aynı mest nazarla bakışı düşüncede henüz erginleşmediklerinin ispatıydı. İki coğrafyanın ortasını bulmak, yani üzerinde yaşanan toprağın aslî vasfının “vatan” olduğunu keşfetmek sonraki nesillerden bir avuç bahtiyara nasip oldu. Geri kalan okumuşların çoğuna “erginleşememiş babaların ergenlikten çıkamamış oğulları” demek yanlış olmaz. Çünkü onlar, modern şehirlere uzaktan hınç dolu bir hayranlıkla bakan Tanzimat nesillerinin hem modern şehir sâkini olamamış hem kendi öz toprağına uzak durarak duygusal çarpıklığa uğramış alt nesilleriydiler. Kendi kültürünün sahipliğini terk edip başka kültürlerin kiracılığına heves etmenin bedelini hâlâ ödüyoruz.

Bugün biz şehirlilerin tabiatla ilişkisi daha vahim. Ortada “ilinti” denebilecek kadar sentetik bir bağ bile yok. Toplum olarak köyle şehir arasındaki gitgellerimiz şairlerin, filozofların uzlete çekilmeleri ve şehre inmeleri gibi havalı değildi, estetik bir haber değeri taşımıyordu. Halkın hayatı bakanlıklara, komisyonlara, planlama teşkilatlarına havale edilmişti. Anadolu’dan göçen aile büyüklerimiz başlarına geleni anlar gibi olduğunda 20-30 yıl sonra yeniden toprakla irtibat kurmanın yolunu aradılar. En kestirme yol arazi satın almaktı. Öyle de yaptılar. Şehirli olamadan köylülüğe, en azından köye dönmeye kalktılar. Eski hatalarımızdan ders almayıp yeni bir hayat kuramadık, tutup bir de eski hataları yeniden işlemek tuhaflığına düştük. Anlamından kopmuş her iş gibi bu da bereketsiz bir hamleydi. Nerede asırlarca aynı toprağın üzerinde doğmuş, yaşamış, defnedilmiş ailelerin toprağı nerede şehirdeki iki nesillik pişmanlıktan sonra emlâk ofisinden fahiş fiyatla satın alınmış toprak! Nerede toprağını korumuş olmanın zihnî devamlılığı nerede devlet teşvikiyle köyde “garajlı” evler yaptırmak. Detaylara(!) takılmadık. Önce al sonra düşünürsün sırasıyla yürüyordu işler. Bir gün geri dönmek üzere mi arazi alıyorduk, yatırım maksadıyla mı? Savaş patlarsa, deprem olursa, salgın başlarsa, kıtlık baş gösterirse veya geçinemez olursak diye mi? Turistik gözle mi bakıyorduk toprağa nostaljik gözle mi?

Şehirlilerin şehirle ilişkisi de hiç parlak değildir, bir aşk-nefret ilişkisidir. Bilmiyoruz, İstanbul’a sövelim mi övgüler mi dizelim? Kırsaldan arazi almak, köye dönmek ne demek, köy kasaba hayatını görmüşlüğümüz mü var? Hem-şehir olduklarımızla hemşeri olduğumuz tartışmalı. Çünkü İstanbul bir şehir değildir artık. Gerçeği söyleyemediğimiz için metropol gibi, mega kent gibi uyduruk tabirlere yöneliyoruz. Fethinden asırlar sonra bile “burada kalmak” neden “arada kalmak” anlamı taşıyor? Buradayken “buralı” olamayışımızın sorumlusu kim? Soruların ardı arkası kesilmez. Biz şehirlilerin işi aceledir, bize tutunacak bir dal lazım acilen. Seyir hâlindeyken sorular sormak kolay ama iyi kötü bazı cevaplara ulaşmak için oturmaya, mukim olmaya ihtiyacımız var. Modern kâşânelere gücümüz yetmediğine ve köydeki “külbe”ciklere gönül indirmediğimize göre geriye tek seçenek kalıyor: apartman dairesi! Bugünün şairi de filozofu da apartman dairesinde(n) düşünüyor. “Tek” olana “seçenek” denemeyeceğini bal gibi biliyor ve kukumav kuşu gibi düşünüyor, kara kara düşünüyor.

Evet, eskiler arazi satın alıyor, alıyordu; şimdikilerin çoğu apartman dairesi alma derdinde. Daha günübirlik kafayla yaşayanlarımızsa araba, karavan, bungalov peşinde koşuyor. Mülkiyet tercihlerimizin hayatı ve sanatı kurarken neye ihtiyaç duyduğumuzla doğrudan alakalı olduğuna inanıyorum. Arabacılar mobilizedir, zihin yapıları kök salmaya müsait değildir. Akıllarına ne eserse, gönülleri neye akarsa, gözlerinde neyin kıvılcımı çakarsa. Hayat kalmak değil gitmektir onlar için. Evciler ise korunaklılıkla, başını bir damın altına sokma zaruretiyle, çoğalmak, ocağı tüttürmek isteğiyle açıklar yönelimlerini. Ev dedikleri beton bir kutu da olsa. “Ayağını bir yere basma” güdüsü onlar için her şeyden daha belirleyicidir. Sıkışmış olanlar, şehrin tüm yükünü sırtlananlar ev derdi çekenlerdir. Toprakçıların “geri dönelim”ciliği ve arabacıların “hadi gidelim”ciliği şehir hayatının acil sorunlarına çözüm getirmez. “Burada kalıcıyız” diyebilmenin yolunu umutsuzca arar evciler.

Direksiyonun başına ilk kez 41 yaşında geçtim. Tamamen vazife icabı. Trafikte ruhum kabzolur. 43’e kadar evsizliğin sıkıntısını çektim. İnsanın kendine ait bir ocak istemesini tabii bulsam da enflasyon patlayana kadar kiracılıktan çok şikâyetçi değildim, ev sahiplerim makul insanlardı. İçten içe eksikliğini hissettiğim şey ne ev ne arabaydı. Ben neredeyse çocuk denecek yaştan itibaren “topraktan yana” biri olageldim. Hayata bakışım, karakterim buydu. Ne köyde doğup büyüdüm ne köylük yerde kimim kimsem var ama yine de hissiyatım böyle. Züppelik mi, vicdan azabı mı, rahat batması mı ne derseniz deyin. Kök(en) fikrini hayatî bulan herkes dünya çapında yaşanan sosyo-ekonomik hercümerçten bağımsız olarak kendini toprağa nispet eder. Kendini toprağa nispet eden şehirliler ile tekrar köye dönme yolu arayan toprakçıları birbirinden ayırmamız lazım.

İnsan tanımadığı şeyi özleyemezmiş. Bu hüküm doğruysa toprak yüzü görmemiş benim gibi bir şehir çocuğunun toprak özlemi nereden geliyordu? Şuradan: Dış dünyaya baktığımda gördüğüm beton, asfalt, metal yığınıyla aramdaki şiddetli uyumsuzluğu fark etmekten. Uyarmayan, dürtmeyen, kanatmayan, saldırmayan tek unsurun toprak olduğunu fark etmekten. Kendim olma isteğinden. Kendim kalma isteğinden. Toprak, şehirden kaçıp taşraya yerleşmek fantezisini değil “içe dönme” imkânını temsil ediyor benim için. Toprağa basmak, onun üzerinde yürümek fikri bile öteden beri heyecan vericiydi. Erzurum dağlarında sapa rotalara girdiğimde içimden “belki de dünya kurulalı beri bu yoldan geçen ilk insan benim” diye geçirir, ürperirdim. Tabiata ilişkin olan hiçbir şey metafizik ayrılamazdı. Aynı duygular şiir anlayışımı da şekillendiriyordu. Mehmed Âkif’in “sözüm odun gibi olsun…” mısraını kendime “sözüm toprak gibi olsun…” diye uyarlıyordum. 

Benim toprak dediğimle dedelerimizin toprak derken kastettiği arasında kritik farklar var şüphesiz. İhtimal ki benim bakışıma romantik, onlarınkine natüralist diyeceksiniz. Deyin, fark etmez, benim gözümde bunlar birtakım kelimelerdir ve içinde bulunduğum ruh hâlini ifadeye yetmezler. Yine de açıklamakla uğraşacak sabrım yok. Sadece söyleyip geçeceğim. Evet, dedelerimizin toprakla ilişkileri öncesiz ve sonrasızdı. Yani bir tercih değil, gözlerini açtıklarında hayat diye tanıdıkları şeyin ta kendisiydi. Çoğu zaman farkında bile olmazlardı, varlıklarına öyle bitişikti toprak. Bu bitişikliği ancak köyden çıkıp tarladan tapandan koptuktan sonradır ki acı acı duydular. Toprağa mahkûm olduklarını düşünürken daha kötüsüne tutuldular, topraktan mehcur hâle düşürüldüler. Bunu anladıklarında çok geç olmuştu. Evet, göç ettikleri büyük şehir onlara iyi kötü aş da eş de iş de verdi. Ama toprak vermedi! Mezar yeri bile! “Yatacak yeri olmamak” deyimi karşılığını en çok büyük şehirlere göçen Türklerde buldu belki de. Biz şehirde doğup büyüyenler ise “yersizliğimizin” farkında bile olmayan zavallılarız. Dedelerimizin havsalası “yersizliği” asla almadı. Asırlarca bir topraktan başka bir toprağa göçmek gibi zannediyorlardı şehre göçmeyi. Oysa şehirde toprak yoktu. Yoktur. Hazırlıksız oluşları ve kabullenemeyişleri yüzünden ilk nesillerin tamamına yakını bedenen ve zihnen sefalet içinde bir hayat sürmek zorunda kaldı. Asla şehrin bir parçası olamadılar. Çareyi şehre en az, köye en çok benzeyen ilk toprak parçası üzerinde gecekondu çatmakta buldular. Topraktan kopuşun metafizik bir sorun olduğunu idrak edemedikleri için pragmatik çözüme yöneldiler. Çatık ve çarpık şehirler modernleşme hikâyemizin, yani metafizik kopuşu pragmatik ve oportünist tedbirlerle baskılama çabamızın en bariz dışavurumudur. Ne bir eksik ne bir fazla. “Dışavurumu” kibarlık olsun diye söylüyorum, yoksa “yüzümüze çarpılmasıdır” demek lazım. 

Büyük şehirlerin dedelerimize toprak vermesi esasen mümkün değildi, bu da çok geç anlaşılmıştır. Ne diyorlardı o zaman? İstanbul’un havası, suyu bir şeye benzemiyor ama taşı toprağı altın! Doğruydu. Ve sorun da buydu zaten: İstanbul’da hava, su, taş ve toprak yoktu, sadece altın vardı! Taştan topraktan gelen adamlar o belalı nesneyi nerede bulacağını, onunla ne yapacağını bilebilir miydi? Hem anasının gözü tacirler köylülere kaptırır mıydı altınları? Kaptırmadı tabii. Üzerinde durduğu şeyin taş toprak değil altın olduğuna ayıkan dedelerimizin sayısı pek azdır. Onlara da “şark kurnazı” demişiz. Hem köylü hem şehirli olmak mümkündü şark kurnazlarına göre. Bunlar taşı toprağı olduğu gibi görme melekelerini yitirmiş, altına hücumu hayatta kalmanın tek yolu bellemiş insanlardı. “Şark kurnazı” estetiğin ve metafiziğin mefhum-u muhalifidir. Bunların torunları onlarca yıl sonra “kıroyum ama para bende” diyecekti. Şark kurnazı ismini takan şehirli takımının kastı ise tam tersiydi: Bunlar ne köylüdür ne şehirli diyorlardı. İşimizde çalışsın ama içimize karışmasınlar. Kim mi haklı çıktı? İnanın hiçbir önemi yok. 

Taşı toprağı altına çevirme tutkusu bizi hâlâ içten içe yakıyor. Gecikmişlik, geri kalmışlık duygusundan kurtulamıyoruz ama geri de dönemiyoruz. Bence dikkatimizi vermemiz gereken mesele budur. Toprağı ve altını yerlerinden etmeden ve birbirlerinin yerine geçirmeden anlama kabiliyetini yeniden kazanmak zorundayız. Eğer tarihin seyri içinde dönüp dolaşıp yeniden bir tercih yapmak noktasına gelmişsek ben toprağı seçmekten yanayım. Ev ve araba sahipliği ailevî vazifeleri ifa etmede ve sosyal rolleri benimsemede görece kolaylık sağlıyor; fakat iç dünyamızın imarında toprakla temas etme fikrinin sunduğu sahiciliği sağlayamıyor. Şairsem sahiciliği aramaktan başka beni ne memnun edebilir ki? Sel gider kum kalırcıyım. Yel kayadan ne aparırcıyım. Ne selleri ne yelleri kınıyorum. Bilakis, selin ve yelin getirdiklerine de götürdüklerine de eyvallah. Bende Uhud kayalığı kadar büyük ego var. “Yer”imde “dur”uyorum. Bana “taş yerinde ağırdır” diye hatırlatmasaydı şiirin ne kıymeti vardı? Hayatın yolları taşsız topraksız sunulsaydı kıymet bilir biri olur muydum?

Evciler ve arabacılar hep birlikte modern şehir peyzajını tamamlıyor. Bu peyzajda araya serpiştirilmiş gibi duran, henüz istimlâk edilmemiş görünen parseller var. Fakat bunlar toprak vasfını çoktan kaybetmiş bölgelerdir, çünkü temiz suyla ve temiz havayla ilişkileri çoktan kesilmiştir. Şehrin ortasında sıkışıp kalmış parseller garp cambazlarının ve şark kurnazlarının gözünde altından daha değerlidir, kimseye yedirmezler. Yemem zaten. Tokum. Modern özentisi Hâmidgillere bel bağlamıyorum. Modernlere asla güvenmiyorum, çünkü Heidegger’in kulübesine elektrik ve telefon bağlattığını hiçbiri söylemiyor. Bütün modern değer yargılarından, modern yaşama biçimlerinden, modern şuara tiplemelerinden kurtulmak istiyorum. En yalın, en dolaysız manasıyla taşı toprağı yepyeni bir tarzda bulmaktan, bulgulamaktan yanayım. Hayatta da sanatta da. Atalarımda ve akranımda mâî, havâî ve âteşî mizaç insan çoktur; zürriyetimden de çok olacağına şüphe yok. Ben turâbîyim. Garplılaşarak çamurlaştığım da olur şarklılaşarak tozlaştığım da. Fakat geçicidir bu, sizi yanıltmasın. Yakıcı, akıcı, uçucu karakterli insanlar arasında; harâret, suhûlet ve zekâvet eseri şiirler arasında kendi kalıcılığımı ve salâbetimi korumak istiyorum. Eskilerin topraktan koparılışı, bugünkülerin toprağı hiç bilmeyişi ve nihayet az sayıda huzursuzun toprağı bulmak isteyişi… Şu üç levha yeryüzü maceramızı kâmilen aksettiriyor.

Muhammed SARI (12 Cemaziyelevvel 1447 - 3 Kasım 2025)