FİKRİ İPTAL EDEN FİKİR

Namık Kemal biraz İngiliz demokrasisi ve parlamentosuna duyduğu abartılı alakanın, biraz da cedelseverliğin tesiriyle şu meşhur sözü söyleyivermiş: Bârika-i hakîkat müsâdeme-i efkârdan doğar. Fikirlerin vuruşup çarpışmasından hayırlı netice alındığını hiç görmediğim için bu sözün taşıdığı iddiaya karşı mesafeli olageldim. Çatışan şeyin fikirler değil, çıkarlar olduğunu düşünmeye eğilimliyim. Farklı fikir sahibi iki taraf arasında savaşa varan çatışmalar çıkabilir ama bu durum nadiren fikir savaşı olarak adlandırılabilir. Savaşın sonunda mağlubun fikren haksızlığına, galibin fikrî üstünlüğüne ise hiç hükmedilemez. Fikirler galibiyet-mağlubiyet kategorilerinin dışında ele alınmalıdır. Onları olsa olsa doğruluk-yanlışlık mihengine vurabiliriz. Hâl böyleyken doğru ile yanlışın mücadelesinden, hele iki yanlışın müsademesinden doğrunun öne çıkma ihtimali nedir? Yahut iki doğru fikrin çarpışması size makul geliyor mu? Namık Kemal parlamento yerine sosyal medyayı görse acaba aynı iddiada bulunur muydu? Her saniye milyarlarca fikrin kaynaştığı dijital mecralarda hakikat parıltısını ara ki bulasın.

Konuşma özgürlüğü ile fikir özgürlüğünü birbirinden ayıramaması demokrasinin temel zaaflarından biri. Bu zaaf her konuşanın bir fikri olduğu, susanların fikir sahibi olmadığı yanılgısını doğuruyor. Yanlış fikirlerin parlak savunusu, doğru fikirlerin sönük sunumu da yanılgıyı pekiştirebiliyor. Buna mukabil konuşanları susturmak, susanları konuşmaya zorlamak da bir çözüm değil. Çıkmaza girmemek için fikirleri konuşma-susma değil, zaman-zemin bağlamında ele almak daha akıllıca olur. Fikir olma katına yükselmiş her tecrübe kendini doğru biçimde ifade edebileceği zamanı ve zemini bekler. Fikirsizce konuşanların böyle dertleri yoktur, patavatsızca yaşar onlar. Ağırlaşan algı bozukluğu yüzünden günümüzde efkârlılarla efkârsızlar arasındaki farkı görmek de zorlaştı. Vaktini bekleyen fikirler “içten pazarlıklı” olmakla itham edilebilirken, aklına eseni istediği söylemeye “dobralık” vasfı yakıştırılabiliyor. Bahtiyar; fikirlerin nerede, ne zaman ve nasıl zikire dönüşmesi gerektiğini kavramış kişidir. Bedbahtlık fikirlerin zamansız, zeminsiz ve yordamsızca dışavurumundan kaynaklanır. Tam bu noktada akla başka bir soru geliyor: Bir fikir sırf zamanlaması isabetli olduğu için doğru, kötü zamanlamadan dolayı yanlış kabul edilebilir mi? Yükselen siyasal ve toplumsal dalgaların üzerinde sörf yapabileni haklı, dalgaların altında kalanı haksız mı kabul edeceğiz?

Çeşitli cevapları olan ama nihai çözümü olmayan sorular soruyorum. Fikir yürütmek biraz böyledir. Namık Kemal’in pek beğendiği demokrasi nihai çözümü olmayan sorulara verilen vasat ve makul cevaplardan müteşekkil bir sistem vaz eder. Optimuma, sağduyuya, fazla çapak taşımayana taliptir. Demokrasi düşünme faaliyetini bir noktada durdurmak demektir. Çünkü fikir yürüterek vardığınız demokrasi rejiminden fikir yürütmeyi sürdürerek pekâlâ uzaklaşabilirsiniz. Demokratik düşünme tarzı teorik açıdan "demokrasinin iptali"ne kadar varabilir. Fakat demokrasinin mabedi sayılan meclislerin işleyişi bu gerçeği örter. Meclislerde sureta en sert tartışmalar yapılır ama yola daima “aşırı uçlar tasfiye edilerek” devam edilir. Atılan her okun 12’deki oku yarıp onun yerine yerleştiği varsayımıyla ilerler demokrasi. Bu varsayıma göre bir eski doğrular bir de yeni doğrular vardır; gelecekte bunların yerini alacak daha yeni doğrular, en yeni doğrular gelecektir ilh... Varsayımlarını tartışmaya açtığınızda dünyanın en kırılgan rejimi diyebiliriz demokrasi için. Yine de bu naif imajı sizi yanıltmasın. Bütün demokrasiler arkasında bir vasatı, bir ortalamayı kitleye dayatacak kadar güç saklar. Zor kullanımı her rejim için geçerlidir. Elinizde askerî, iktisadî, teknolojik güç olmadan halka demokrasi gibi “halkçı” bir rejimi bile kabul ettiremezsiniz. Bu tuhaf çelişki sebebiyle ABD’ye hem “dünyanın jandarması” hem “demokrasinin koruyucusu” unvanı yakıştırılabiliyor. Roma’ya hukukîliğin ve sömürgeciliğin beşiği gözüyle bakılması gibi. Lafı uzatmadan şunu söylemek lazım: Demokrasi hem felsefî özü hem farklı tarihsel yorumları sebebiyle diktatorya kurmaya son derece elverişli bir formdur. Yeter ki hangi fikrin hangi zaman ve zeminde öne çıkacağını veya hangi fikrin önünün kesileceğine karar verecek güce sahip olunsun. 

Demokrasinin çelişkilerini görmediğimizde Namık Kemal ve neslinin yanılgıları hepimizi kolayca esir alabilir. Şairimiz büyük bir salonda yüzlerce beyefendinin en zıt fikirleri, en şedid biçimde tartıştığına ama hakikatin tecellisi için orada bulunduklarının bilinciyle terbiyelerini hiç bozmadıklarına, neticede oylama yaparak herkesi bağlayıcı bir karara varmalarına hayret eder. Neden bizde de böyle bir meclis yok diye hayıflanır. Tanzimat nesli modern bazı fikirler ve hareketlerden haberdardı, fakat onları doğuran kök fikir ve ilk hareketlerden bîhaberdi. Bu bilgisizlik olanı olduğu şekliyle anlama safdilliğine sürüklemişti onları. Hakikatin fikirlerin çatışmasından doğabileceğine kanaat getirebiliyorlardı. Hâlbuki hiçbir fikir kendinden ibaret değildir; fikirler mücerreden ve müstakilen değil salkımlar, örüntüler, ağlar şeklinde yaşar. Onları doğuran şartlar anlaşılmadan olan bitenin künhüne varılamaz. 

Hadiselerin ve fikirlerin künhüne varmak Batılılaşmayla birlikte bir gaye olmaktan çıktı. Sathî bir hayata razı olduk. Ne saltanattan meşrutiyete geçerken meşrutî yönetimin ilkeleriyle ilgileniyorduk, ne cumhuriyet fikriyle ilgili bir müzakere ortamı vardı, ne meclisin manası üzerine retorik beyanlardan fazlasına sahiptik, ne çokpartili hayata geçerken demokrasi tarihinin parçası olmakla ilgileniyorduk, ne cumhurbaşkanlığı sistemine geçerken neyi arkada bırakıp neye yöneldiğimize dair sahici bir stratejiye sahiptik. Can havliyle alınan kararlar, konjonktürel dayatmalar, sefil çıkarlar dışında bir zemine oturmuyor siyaset hayatımız. Dün hararetle savunduğumuz her şey ertesi gün kurtulunması gereken yüklere dönüşebiliyor. Görünen o ki tercih edişlerimiz ve terk edişlerimizin arkasında “devletin bekâsı”ndan başka motif yok. Öyleyse Türk düşünce tarihinin en önemli kavramı “bekâ”dır desek yeri. Başka fikirlere “bekâ” fikri yerine oturduktan sonra alan açabiliyoruz. Çünkü “bekâ” bir sadmesiyle bütün fikirleri yere serebiliyor!

Muhammed SARI (27 Şevval 1446 - 25 Nisan 2025)

DEVRİMLERİN EN TATLI YALANI

Türkiye Cumhuriyeti, İstiklâl Harbi’ni veren insanların ülkü birliğine vararak kurduğu bir devlet değildir. Harp daha sürerken harbi sevk ve idare eden taraflardan biri şu veya bu şekilde kazanımların üzerine oturmuştur. O günden beri cephelerde kazanıp celselerde kaybetmek Türkler için olağandır. Hukuksuzluk olağandır. Tarihte kendi çocuklarını yiyen çok devrim görülmüştür, fakat kendi çocuklarınca yenen tek devrim Türklerinkidir.

Olağanüstü hâlin Türkler için haber değeri yoktur. Cumhuriyet kuruluş anından itibaren olağanüstü şartlar altında ömrünü sürdürmektedir. Savaşlar veya darbeler değildir Türkiye’nin olağanüstü hâlleri. Devletin bizatihi kendisidir, kuruluşundaki tarihsel ve kültürel yarılmadır. Bu varoluşsal yarılma yüzünden Türkiye’de egemenlerin ürettikleri veya istismar ettikleri bir olağanüstü hâl hukukundan söz etmek manasız. Aksine, kuruluştaki hukuksuzluğun dönem dönem ürettiği irili ufaklı egemen tiplemelerinden söz edilebilir. Bir siyasi veya bir sivil olarak yarılmanın ne tarafında olduğunuza göre şekillenir hayatınız. Çünkü ortada göstermelik bir “toplumsal sözleşme” bile yoktur. Devlet ilk andan itibaren vatandaşı kendisine ortak veya sahip olamayacak kadar uzakta, kendisinden kopmaya veya kendisine karşı çıkmaya izin vermeyecek kadar yakında tutmak suretiyle varoluşunun bir yarık, bir çelişki, bir hukuksuzluk üzerine kurulduğunu ispatlar. Onun ideolojisi milletin gerçeğine temas etmediği için, temas etmediği kadar steril kalır. Ama sterilliği onu kırılganlaştırır. Kendini antikordan koruyarak ayakta kalmaya çalışan bir bünye neyse bizde devlet odur.

Türkiye’de kurallar kaosun ardından gelmez. Türkiye’de kuralın, düzenin, kanunun kendisi kaotiktir. “Hukukî boşluk” kınanacak bir hâl değildir; bilakis, boşluklarından istifade edilebilen bir hukuk sistemi daha makbuldür. Böylece “hukuk dairesinin dışına çıkmak”la itham edilmeden hukuku ayak bağı olmaktan çıkarmanın yolu daima bulunabilmektir. Egemen bir yanıyla kanunun içinde, bir ayağıyla daima onun dışındadır. Bu Roma’da da böyledir, Emevî’de de, Osmanlı’da da. Dünyaya liberalizm dayatan ABD’nin, sosyalizm pazarlayan SSCB’nin kendi menfaatleri söz konusu olduğunda faşizanları mumla aratması gibi. Batılı egemenler liberalliği ve sosyalistliği kendilerine tâbi olanlar arasındaki ilişkinin temel prensibi olarak dayatır, fakat bu prensipler kendisini bağlamaz. Liberalizmden ve sosyalizmden çıkış arayanları faşistleşmekle suçlar. Faşizmden, sosyalizmden ve liberalizmden esintilerle şekillenen Türkiye Cumhuriyeti ise aynı anda hepsiyle malul olan ve hiçbirinden istifade edemeyen dünyadaki tek yapıdır.

Türkiye’de egemen figürler milleti yönetmez, onu yöneten mekanizmayı işletirler. Bu sebeple millet ile egemenler arasında doğrudan değil, dolaylı bir ilişki vardır. Millet onu arzularını, özlemlerini, korkularını yansıttığı bir aynada görür; neredeyse muhayyilesinde yeniden ve yeniden tasarlar. Egemen de milleti kendine medyun ve meftun büyük bir kitle olarak tasavvur ederek hep o muhayyel anonimliğe hitap eder. İki taraf da birbirinin reel varlığını değil sembolik anlamını muhatap aldığı için özünde mutlu mesud bir ilişkidir bu. İki taraf da birbirini her yeni bağlamda yeniden üretebilmekte, yepyeni bir tarzda -oyun hamuru gibi, helvadan put gibi- şekillendirebilmektedir. Kriz patlak vermediği sürece ne egemen rolündekiler millet hayatında gerçekten neler olup bittiğiyle ilgilenir ne de millet egemen dediği şahısların aslî niyetini sorgular.

Devrimlerin en tatlı yalanıdır: Soylu tahakkümünün yerini halkın hükmü alacak! Hâlbuki ne dünyada ne Türkiye’de buna fırsat verilmiştir. Bugün paranın egemenliği altında yaşıyoruz. Sermayenin yarattığı soylu (soysuz) tiplerinden ve yığınlardan söz edebiliriz ancak. Eski moda despotizmlerin altını oyan sermaye destekli rasyonalizm ve diyalektizm, sonunda çok daha soyut ve şiddetli bir diktatoryanın zeminini hazırlamıştır. Yine de önceki egemenlik türlerinden farklı olarak sermayenin egemenliği hiçbir epik karakter arz etmez. Sermaye egemenliği halk tarafından sıkıştırıldığında soylulara ve sağcılığa; soylular tarafından sıkıştırıldığında halka ve solculuğa yanaşarak ayakta kalabilir. Sağ ve sol Hegelciliğin hukuk ve tarih felsefesi bu menfaat döngüsünün meşrulaştırılmasından ibarettir. Türkler bu döngüyü kırabilir. Türk milleti ve Türk seçkinleri sermaye egemenliğine karşı ülkü birliği ederek dünyaya bir çıkış sunabilir. Sahte eşitlikleri savunmak yerine gerçek eşitsizlikleri konuşabilirsek sahici bir tartışmanın yolu açılabilir.

Muhammed SARI (19 Şevval 1446 - 17 Nisan 2025)

TÜRK’ÜN EĞRİ KILICI

İnsanlar ideallerin işe yaramadığı, eyleme geçilmesi gereken bir döneme girdiğimizi söylüyor. Şahsen şu “idealler devri”nin ne zaman başlayıp bittiğini merak ediyorum. Ne zaman vuku bulmuş, kim görmüş? İnsanlık hususen son birkaç asırdır küreyi harabeye çeviren yıkımlar dışında neye şahit olmuş? Miladın ikibinyirmibeşinci yılında biten bir şey varsa aksiyonun bir türlüsü, başlamak üzere olan bir şey varsa aksiyonun başka türlüsüdür. O yüzden “aksiyon vaktidir” diyen biri manasız değil, kurnazca bir laf etmiş olur. Tefekkür ne zaman yön tayin edici sayıldı ki sıra aksiyona gelmiş olsun? Kaldı ki ideallerle aksiyonu neden birbirine rakip sayalım?

Pratik üzerine, dünyaya müdahale etmek üzerine uzak ve yakın tarihte sayısız tartışma var. Siyasetin gövdesini büyük oranda bu tartışmalar oluşturuyor. İlkeler üzerine tartışma cereyan etmiyor yahut kamuya açık yapılmıyor. Her şey kapalı kapılar ardında. Karar alıcıların kürsüye düşünce erbabı yerine gazeteci, kanaat önderi, troll, akademisyen, magazinci, sermayeci taifesini çıkarması bunun en açık göstergelerinden. Bu taifeden şu soruların cevabını asla alamazsınız: Türk devleti hangi çıkış noktasını esas almaktadır, hangi yürüyüş rotasını seçmiştir? Türk devleti için her şeyin ön belirleyeni nedir? Türklerin aslî ve adlî dostları, aslî ve adlî düşmanları kimlerdir?.. Cevapları gündelik pozisyon alışların gevşekliği içerisinde sıhhatle tespit edemiyoruz. Gevşeklik gelecek projeksiyonumuzu da bulandırıyor. Bir devlet en temel motivasyonunu karartma altında tutuyorsa bu onun en büyük gücü olduğu içindir. Fakat bir devleti ayakta tutan o motivasyon milletin aleyhine olduğu için gizliyse günahların en büyüğü işleniyor demektir.

Savaşmak hakkında bir geleneği, tutumu, kararı olmayan her toplum er geç yem olacaktır. Bizim geleneğimizde küçük cihad, elde silah, başlayıp biten savaşlardır. Büyük cihad ise doğumdan ölüme, elde iman denen koru tutma mücadelesidir. Aslî düşmanımız nefsimiz ve onu ayartan şeytanlardır. Adlî düşmanlarımızla savaşımız gücümüz ve güçleri yettiğince devam eder, bir yerde galibiyet veya mağlubiyetle biter. Adaleten savaştığımız düşmanlarla kılıç iki taraftan birini indirene kadar müzakere imkânı hep vardır; çünkü düşmanı hatadan döndürmektir amaç. Asaleten savaştığımız nefsaniyet ve şeytaniyetle müzakere etmeyiz; çünkü bunların yollarından dönme, yaratılışlarının dışına çıkma imkânı yoktur. Dolayısıyla bu türden düşmanların asaletimize halel getirme, bize aslımızı unutturma tehlikesi çok yüksektir. Adaleten savaştıklarımız arasındaki bir kısım insanlar da bu mutlak/âslî düşman kategorisine girer. Geri kalanlar için can çıkmadıkta ümit vardır. 

Batı’nın “herkesin herkesle savaşı” diyerek bütün yeryüzünü ateşe verme stratejisi kabul edebileceğimiz bir prensip değil. O topyekûn deliliktir. Herkesin herkesle askerî, malî, kültürel mücadelesi yeryüzünde fitnenin fitilini ateşler. Müslüman için savaş tek yönlü, tek amaçlı, başı sonu olan bir eylemdir. İsmi “selam” olan dinde yasak olan savaş değildir, çünkü savaş yasaklandığında dünyada ne adaleti ne asaleti korumak imkânı kalır. Yasaklanan ölçüsüz savaştır. Dostunu düşmanını ayırt edemeyenlerin barışı da kirlidir. Onursuz barış insanlığı fısk u fücura batırmaktan, akla hayale gelmeyen şiddet türlerini tetiklemekten başka işe yaramaz. Adil savaş ve makul barış dünyayı temizler. Yeryüzünde birikmiş kiri dökecek kadar ateş. Durmasını, “yumuşatmasını bilen ateş.” Müslümanın savaşı dünyalığa el koymaya, barışı ise köle halklar yaratmaya matuf değildir. Batı’nın “düşman yaratmak” ve “düşmanı yok etmek” konseptleri reddedilir. En kritik savaş “savaşın ve barışın anlamına el koymaya kalkışanlar”a karşı verilir.

Müslüman için “yumuşatmayı bilen ateş” işin ancak bir yanıdır. Bize “öğüt sahibi toprak”ın yardımı da gerekiyor. “Düşmanı yenecek kadar güçlü” olmakla vazifeliyiz; ancak imanımızı kemale erdirmek istiyorsak “düşmanı kurtaracak kadar güçlü” olmayı bir ufuk olarak önümüze koymalıyız. Biz eğri kılıcımızı geri alabilirsek doğru yol açılacak. Eğri kılıcın sırtı dosta, ağzı düşmana bakacak.

Muhammed SARI (12 Şevval 1446 - 10 Nisan 2025)

YENİ EMEVİYYE

“Yeni Emeviyye” ismi yeni bir dünya tasarımı, yeni bir nomos ilanı anlamına gelmiyor. O sebeple "yeni" derken “yine” demiş oluyorum. Olan bitenlerde yeni hiçbir şey yok çünkü. Yaşayanlar şimdide yaşadığı, düşünenler geniş zamanlarda gezindiği için aradaki makas açıklığı yanlış anlamalara sebep oluyor. Yine de asıl sorun bu değil. Sorunumuz, dünün mallarını boyayıp bugün satan veya bugünün değer yargılarını geçmişe yamayan haysiyet tüccarlarından kaynaklanıyor. Yaşayanlar ile düşünenler arasındaki uçurum ne kadar büyürse fırsatçılar o kadar kâr ediyor.

Kemalizm, sosyalizm, liberalizm vs derken arkasından gelen İslâmcılık, Osmanlıcılık, milliyetçilik dalgalarıyla birinin diğerinden ayırt edilemediği, Tanzimat-Cumhuriyet aralığındaki Batılılaşma fikriyatının tersine dönmüş gibi göründüğü bir politik vasata vardık. Devlet yakın tarihinde ilk defa bütün atlara oynuyor. Bu şu demek: Kaybeden asla ben olmayacağım! Kazananın kim olacağını bilemiyoruz ama kaybedeninin kendisi olmayacağını devlet en baştan deklare etti. Bunu anlamak için dış politikada Türkiye Cumhuriyeti ve iç politikada Cumhur İttifakı lehine eşzamanlı işleyen hadiseleri üst üste koyarak okumak yeterli olacaktır. Henüz kaynağı, mahiyeti, potansiyeli ve yönsemesi etraflıca analiz edilmemiş olsa da devlet ricalinde açık bir güç istenci görüyoruz. Güç deyince bir mim koymak lazım. İslâm tarihinde ilk büyük fitnenin iktidar mücadelesi yüzünden çıktığını ve gündemimizden bir daha hiç düşmediğini hatırlayalım.

Doğru kişilerin doğru amaçlarla buluştuğu anda ortaya çıkan momentuma güç deriz. Yani Müslüman için politik güç kendi başına amaç değildir. Zaten saf manada bir politik güçten söz edilemez; her politik güç bir uzlaşmanın, bir terkibin hasılasıdır. Bu bakımdan politik gücün karakterini ve akıbetini tarih boyunca iki şey belirlemiştir diyebiliriz: arzu ve ahlâk. Arzu önünde sonunda ahlâkı devre dışı bırakmaya meyillidir çünkü kördür. Gücün arzu ile ilişkisi çeken kutuplar ilişkisidir. Güç ahlâkı da çekmeye çalışır. Bir yanına ceylanı bir yanına arslanı almak ister güç. Fakat ahlâkın daima başka bir planı vardır. Ahlâk arzuları yok etmez, arzulara kulak verir ama onlara meşru bir hat çizer. Arzuyu meşru dairede tutabildiğinde gücü de belli oranda hizaya getireceğini bilir. Güç de yegâne meşruiyetini ahlâktan devşirebileceğinin farkındadır ama doğası gereği direnebildiği kadar direnir. Tarih bize gösterdi ki ancak ahlâkın arzuyu tahdidiyle ortaya yapıcı ve kararlı bir güç iletimi çıkabilir. Risalet ve hilafet devirleri bir bakıma bunun tecrübesidir.

Arzunun ahlâkı dışlaması neticesinde doğan yönetim ahmaklığa, gücün ahlâkı baskılamasıyla doğan yönetim zulme varır. Politikada yahut başka hiçbir alanda ahlâk ile realizm birbirine alternatif iki alan olarak ele alınamaz. Ahlâk hem bir ön belirleyen hem süreç boyunca arzuya ve güce eşlik eden bir kavramdır. Müslümanı diğer toplumlardan ayıran hem ahlâklı hem makul davranmaktaki ısrarıdır. Ahlâk ile aklı birbirinden ayırdığınızda yemyeşil bir Makyavel olma yolundasınız demektir. Mızrakların ucuna musfah sayfalarını takmanız an meselesidir. Çok kısa bir sürede belki de dünyanın en geniş sınırlarına ulaşmasına rağmen Emevî Devleti’nin Müslümanlar nazarındaki tartışmalı konumu arzu-ahlâk-güç dengesini kur(a)mamasından kaynaklanır. “Yeni Emeviyye” tabiri bu sebeple geçmişe dönük bir ithamdan çok, geleceğe dönük bir ihtar kastı taşır. Emevî ile başlayıp Fatih devri Osmanlısıyla zirveye ulaşan saltanat formu “gücetaparlığı” sebebiyle İslâm’ın esasının ne olduğunu bize çok çabuk unutturabilmiştir. Şam-İstanbul ekseni Medine rotasından saptıkça Müslümanlar itikadî açıdan izah edilemeyecek noktalara savrulmuştur.

Emevîleri bir bahis olarak ortaya atmam beni Abbasî, Selçukî, Osmanî yapar mı? Ne münasebet! Böyle anlayanlar, anlamayanlardır. Anlaşılması gereken şu: Bizim dünyaya yeni bir saltanat teklifi yapmamız mevcut hırgürün yeşile boyanmışını teklif etmekten başka manaya gelmez. Emevî veya Abbasî merkezli okuma, aynı Selçuklu ve Osmanlı merkezli okuma gibi İslam’ı kavrayışımızı daraltıp katılaştırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. İslâm’ı risalet ve hilafet devirleri ekseninde ele alamadıktan sonra insanlığa bir armağan, bir çıkış yolu sunmuş olmayacağız. Daha öz ifade edelim: Din asıl, devlet onun faslı olmadıkça İslâm’ın insanlığa teklif ettiği itikadın yüksekliği görülemeyecek. İslâm açısından “din ü devlet” ifadesi bile zaid sayılmalıdır. Din vardır. Ve varsa ancak ondan neşet eden bir devlet makbuldür. İslâm mücerred/tarihüstü bir devlet ütopyası peşinde koşmamış ama müşahhas/tarihsel bir Roma formu üzerine de konmamıştır. İslâm bir devlet modeli icat ve ithal etmek zorunda olmamıştır. Çağ neyi gerektirmişse o model üzerinden ilerlenmiştir. Şehir devletiyse şehir devleti, emirlikse emirlik, beylikse beylik, sultanlıksa sultanlık, cumhuriyetse cumhuriyet. Asıl olan ahlâkî/itikadî ilkeye sadakattir.

Muhammed SARI (4 Şevval 1446 - 2 Nisan 2025)