TUTUNACAK BİR DAL

Kir her yerde. Hepimizin türlü noksanla malûlüz. Hepimizin hayatında az çok kir var. Ve kirin olduğu her yerde bilin bakalım kim var? Devlet! Sözlüklerdeki bütün tanımlarını aşan ve aşındıran etkinliğiyle devlet. Haber alma devleti. O devlet ki 1945’ten sonra kirli bilgiyi ve bilgi kirliliğini kullanarak önüne çıkan her şeyi silip süpürmektedir. Haber alma servislerinin servis ettiği haberlere güvenen herkes bu çamur selinden payına sıçrayanı almıştır. Sıcak para gibi “sıcak gelişmeler” de tarihsel karakterimizin bütün granitini pelteleştirdi. Bilgilendirildikçe kirletildiğimizi fark edemeyecek hâldeyiz. Çünkü kirliliğin kaynağı olan siyaset aynı zamanda haberlerin de kaynağı.

Siyaset ehli güvenilmezdir. Getirdikleri haberler de. Müslümanlar siyaset içinde, siyasete karşı âgâh olmak zorundadır. Siyaset ehli değiliz, esasen siyasetteki mükellefiyetimiz siyaset ehlinin şerrinden, onların getirdiği haberlerden Müslümanları korumaya matuftur. Son birkaç yüzyıldır, özellikle de Tanzimat’tan beri siyaset yapmanın Müslümanlar açısından kazandığı anlam müdafaadır, zihin bariyerlerini savunmaktır. Günü gelince siyaset nefsi müdafaa dairesinden çıkıp âleme nizam verme manasında vüsat kazanabilir, ideal durum da budur zaten. Fakat bugün izzet-i nefsimizi müdafaa anlamındaki siyasetin gereğini yerine getirmedikçe yarın âleme nizam vermek ham hayalden ibaret kalacak, bizi hepten savunmasız bırakacaktır. Yarının hakkı bugünden verilir. Haber-eylem bütünlüğü bizi evvela bugüne fırlatır. “Bugün Allah rızası için ne yaptın?” sorusu hâlâ en esaslı sorudur.

Ahali yirmi dört saat “ajans” dinler, bildirim alır fakat olan bitene en geç uyanan da odur; çünkü haberlerden süzdüğü şey kirletilmiştir yahut salt kirdir. Devlet “kirin bilgisi”ni daima kendine saklar, ahalinin payına kirli bilgi ve bilgi kirliliği düşer. Ahali haberi haberden ibaret bilir, bir haberin neyin habercisi olduğunu aklına bile getirmez. Haber ile kaynağın bitişik varoluşunu kavrayamaz. Haberin habere bakılarak değil haberciye bakılarak değerlendirilmesi gerektiğini bilemez. Haber alma servislerinin servis ettiği habere de nebilerin haberlerine de aynı dikkatsiz nazarla bakar. Neden olukların birinden nur birinden kir aktığını sorgulamaz. İstihbarî haberi bugünün hâkimi sayarken nebevî haberi belirsiz bir yarına öteler. Hâlbuki sahih haber, vuku bulmuşluğu içinde bir nüve gibi taşır. Sahih haberin kipi hep “şimdiki zaman”dır, onu işitenler olacakları eli kulağında bilmelidir. Fakat bir haber sahih de olsa ahalinin idrakini aştığında dedikodu veya iftira muamelesi görür; o iş tahakkuk ettiğindeyse artık konuşulacak bir şey kalmaz. Daha doğrusu, ortada artık bir haber kalmadığından konuşulacakların zemini ve seyri değişir. Vuku bulan bulmuştur. Şimdi en azından, vuku bulanda saklı duran yeni haberlere uyanmaya çalışmalıdır. Bugünü doğru anlaşılmayan bir yarının kimseye faydası olmaz.

Yarın deyince ne anlıyoruz? Her şeyin vuzuha kavuşacağı, gerçeklerin ortaya çıkacağı o muhayyel günü mü? Mesela hakikatlerin önünde sonunda ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır diyenler bize sabrı mı tavsiye etmiş oluyor? Hakikatlerin şimdi ve burada değil de gelecekte anlaşılacağı fikrini kendimize yakın buluyorsak şu iki şeyi peşinen kabul etmişizdir: 1. Hakikatseverlerin bugünü yok, yarını vardır. 2. Hakikat düşmanları için yarın diye bir şey yoktur, bugün onların inhisarındadır. Yarın fikri ezilenleri, mağdurları, mahkûmları hayata tutundurur. Bu tutunuşun bir züğürt tesellisi olup olmadığı ilk elde pek önemli değildir. Tutunabilmektir ilk mesele. Yarın diye bir şey yoksa insanlarda adalet ve umudu kökleştirmezsiniz. Öte yandan, yarın gelecek adaletin adalet olmadığı da söylenir. Yarına gecikmişlik, bugüne vakitlilik atfediyorsak intikamla adalet arası çok ince bir çizgide yürüyoruzdur. Yarından emin, bugünden ümitsizsek başımıza gelenlere müstahakız, hâlimizi değiştiremeyeceğiz demektir. Görüldüğü gibi hayatı ve idraki kiplere bölmek hiç de kolay değil. Öyleyse ne yapacağız? Mesela işleri Allah’a havale etsek nasıl olur? İşleri Allah’a havale etmek yarına havale etmek gibi bir anlam taşıyor nedense. Ben sözün bu kasıtla kullanılmasını doğru bulmuyorum. Bir meseleyi gerçekten Allah’a havale edebildiğimizde onu icabet bakımından “şimdi ve burada”ya havale ettiğimize inanıyorum. Allah kuluna hemen cevap verir. Cevabın mahiyeti ayrı bir bahistir.

Sahih haberden, temizlikten ve adaletten yana olanlar “şimdi ve burada”yı ihmal edemez, tüm zamanları “şimdi ve burada” yardımıyla kavrar. Geçmişi hatırlayabilen, bugünde canlı kalabilen, yarınlar için karar alabilen ferd, haber alma devletinin korkulu rüyasıdır. Bu yüzden haber alma devletinin amacı, insanları dünü ve yarını olmayan bir bugüne (kirli bilgiye ve bilgi kirliliğine) hapsetmektir. Dünya ne kadar tekboyutlu bir bugüne ayarlı kalırsa onlar için o kadar iyidir. Hatırlamayı imkânsız kılabilirlerse kararları da elimizden alabileceklerini; bizi önü arkası olmayan, “tutunacak dal”ı kalmadığı için tutarlılıktan mahrum bir bugüne sıkıştırabileceklerini biliyorlar. Hakikatsizlere bugünü dar etmeden dünü hatırlamanın ve yarını kazanmanın imkânı yok.

Muhammed SARI (3 Muharrem 1447 - 28 Haziran 2025)

SİZ İÇERİDEN, BİZ DIŞARIDAN

Keçecizade Fuat Paşa’ya atfedilen meşhur bir söz vardır. Bir görüşme esnasında Fransız kontunun “Osmanlının büyük zaafa düştüğü, yakında yıkılacağı aşikâr, neden kabul etmiyorsunuz?” yollu salvosunu “Hayır Kont! Türkiye en dayanıklı devletlerden biridir. Üç yüz senedir siz dışarıdan, biz içeriden yıkmaya çalıştığımız halde bir türlü yerinden sarsamadık!” nüktesiyle savuşturup taşı gediğine oturmuş. Nükte ilk tadımda gayet hoş, fakat biraz bekleyince ağızda zehir gibi bir tat bırakmaya başlıyor. Sizi bilmem ama bana kalırsa nüktenin hoşluğu bir zamanlar iç-dış diye bir ayrımın olmasından, tarafların belirginliğinden ileri geliyor. Nüktenin acılığı da aynı sebepten. Bugün küreselleşmenin aşındırıcı tesiriyle iç-dış ayrımının neredeyse kalmayışı, daha mühimi, içeridekilerin dışarı çıkarılıp dışarıdakilerin içeriye sızmaları kara kara düşündürüyor. İran-İsrail füzeleşmeleriyle şu sıra sıkça konuştuğumuz hava savunma kubbeleri ve İran’ın asıl içeriden vurulmaya çalışılması akıllara şu soruları getirdi: Türklerin kubbesi hâlâ yerinde mi? Nasıl oldu da kendi gök kubbemizi dışarıdan zorlar pozisyona düştük? Kubbeyi dışarıdan koruyalım derken içerideki yerlerin kimlere bırakıldığını biliyor muyuz? 

Bugünkü kültürel ve siyasal manzaramız, küresel teknolojik hâkimiyetin dayattığı entegre sistem prensibinin işleyişi sebebiyle kevgire dönmüş hâldedir. Hayatın hiçbir sahasında kendimize mahsus diyebileceğimiz bir renge, dokuya, motife rastlamıyoruz. İç bütünlüğü böyle lime lime edilmiş toplumların etkili yetkili kimseleri ülkelerini dışarıdan edindikleri elden düşme tezlerle savunabileceklerine inandırılmıştır. İzm’lerle olan kanlı maceramıza bakın. Türk varlığını nesneleştirmeden, ona aidiyetini paranteze almadan konuşabilen insan evladının sayısı yüz yılda bir elin parmaklarını geçmez. Öte yandan, içeride boş bırakılan mevzilere sayısız sızma operasyonu gerçekleştirilmiştir. Sızan unsurlar yerli, millî görünümlü tezlerin hep en ateşli savunucuları rolüne bürünmüşlerdir ki böylece manzara vahametten felakete doğru evrilmiştir. Kurşunları çalınan kubbe dışarıdan tezekle kaplanırken içeriden sökülen çinilerin yerine ucuz röprodüksiyonlar asılır.

Bizimki gibi toplumlarda dost-düşman mefhumları da eleğe dönmüş hâldedir. 27 Mayıs’a kadar ortak dış tehlikelere karşı iyi kötü el birliği edebilen siyaset kurumu, bu tarihten sonra bir yarılma görüntüsü arz eder. İçerideki yarılmanın ilk acı neticesi en kritik dış politika konularında bile söz birliği edememek olur. İç ve dış politika yarılmışlığı İkinci Dünya Savaşı’ından sonra denetlenen bütün ülkelerin başındaki bir dert. Öyle ki, herhangi bir ülkenin iç muhalefeti ile dost bir ülkenin iktidarının iş tutabilmesi 1945’ten sonra vaka-yı adiye hâline gelmiştir. Bir ülkenin iktidarının düşman bir ülkenin istihbaratıyla yakın çalışması da artık kimseyi şaşırtmıyor. Düşmanımızın dostu ve düşmanı, dostumuzun dostu ve düşmanı bizim neyimiz olur; bunu kategorik olarak cevaplamak hiç olmadığı kadar zor. 

Türk siyasetine bugün dost-düşman ayrımından ziyade muhterisler-kifayetsizler ayrımı yön veriyor. Bu da hem iktidarı hem muhalefeti kendi içlerinde sürekli bölünerek, çarpıklaşarak, tutarlılıktan uzaklaşarak var olmaya itiyor. Normal şartlarda böyle yapıların kendiliğinden silinip gitmesi beklenir, fakat 1945 sonrası küresel hegemonya tam da bu tür iletken mini yapılar sayesinde etkili oluyor. Diyeceğim şu: Kifayetsiz muhalifleri küçümsememek lazım; çünkü iktidarı alaşağı etmek için iç ve dış güçlerle en adi işbirliklerine girmekten çekinmezler. Muhteris muktedirleri gözümüzde büyütmemek lazım; çünkü rantlarını korumak için en sefil iç ve dış dalaverelere tevessül etmekten gocunmazlar. Yerleşik algı bu ikiliyi mücadele hâlinde görmeye sebep olsa da gerçek budur. Kâğıt üzerindeki tanımları gereği gerçekten zaman zaman birbirinin kanını da dökebilirler. Fakat ülkenin menfaati bahsinde birbirine düşman, kendi menfaatleri bahsinde birbirleriyle dost olurlar. Muhterisler ve kifayetsizler bilhassa foyalarını meydana çıkarma potansiyeli taşıyan ortak tehlikeler (millî bir odak, dürüst bir figür) karşısında birlikte hareket ederler. Bazen de eski statükonun tepeden tırnağa değişeceği kokusunu aldıklarında kolayca yan yana gelirler. Sık duyduğumuz “Ne yapalım, siyaset böyle bir şey!” sözü bu türden mide bulandırıcı ittifaklar, şok edici tokalaşmalar sebebiyle söylenir. Muhterisler ve kifayetsizler birbirinin veya herhangi birinin esastan dostu veya düşmanı olma onurundan mahrumdur. Onlar yalnızca menfaat ve tehdit algıladıklarında biçim kazanan amorf oluşumlardır.

Muhterisleri ve kifayetsizleri bugün dünya sahnesinde İran ve İsrail temsil ediyor. Fakat ikisinin de ortak noktası, kubbelerinin dışarıdan değil ancak içeriden gelecek bir saldırıyla yıkılabilir olmasıdır. Türkiye’deki muhterisler ve kifayetsizler de yıllardır böyle bir darbenin zeminini hazırlıyor. “Sırada Türkiye var!” çığırtkanlığı bu hazırlığın en açık psikolojik harp hamlelerinden biri. “Sırada Türkiye var!” sözü kamuoyu tarafından çoktan “satın alındı” bile. Dünyanın aklı başında hiçbir toplumu sırasını bekleyen kurbanlık koyun ağzıyla konuşmaz, kendi hakkında böyle konuşulmasına müsaade etmez. Bizdeyse tam aksine en yetkili ağızlardan bu tehdit her gün dillendiriliyor. Ahmaklık mı hıyanet mi siz karar verin. Osmanlı monarşisi “Osmanlı yıkılacak!” fikri normalleşmeye başladığı için yıkıldı. Cumhuriyetin durumu daha vahim. Cumhuriyet rejimi kendini en baştan bir yarılma, bir kopuş olarak tanımladığı için bugün bir tehdit anında güç devşireceği iç canlılıktan ve dış bütünlükten mahrum bir ara rejim derekesine düştü. Düşene vuran çok olur... Yıllar önce genç bir öğretmenken göstermelik bir cumhuriyet bayramı programı hazırlamam istendiğinde de içimde aynı huzursuz edici duygular uyanmıştı. Zorla getirilmiş, bitse de gitsek diye sabırsızlanan 15-20 kişilik idareci-öğrenci-öğretmen grubuna hitaben şöyle demiştim: “Ya herkes burada olmalıydı ya hiç kimse burada olmamalıydı.” 

Muhammed SARI (21 Zilhicce 1446 - 17 Haziran 2025)

KURBANLAR VE KAHRAMANLAR

“By-pass” tabirini Turgut Özal’ın Amerika’daki kalp ameliyatı vesilesiyle öğrenmiştik. Ablam by-pass’ı okul sözlüğünde bulamamıştı ama kelimenin ne anlamda kullanıldığını haberlerden az çok sökebiliyorduk. Yanılmıyorsam kelimeyi amcam açıklamıştı bize. Sonraki yıllarda bu kelime gazeteci milletinin de etkisiyle kısa sürede “by-pass etmek” fiiline dönüştü, gündelik dile girerek kullanım alanı hayli genişledi. Bugün TDK kelimeyi “baypas” şeklinde Türkçeleşmiş gösteriyor ve “köprülemek, devre dışı bırakmak” karşılığını veriyor. Kelimeler bir kez ıstılahî bağlamdan çıkıp hayatın ve mecazın konusu oldu mu çaplarının ne kadar genişleyeceğini kimse kestiremez. Bugün eski-yeni çatışmasının yaşandığı bütün bağlamlarda bu kelimeyi kullanabiliyoruz. Hatta baypas edeni güçlü veya gaddar, baypas edileni zayıf veya mağdur gibi algılıyoruz. Üniversitedeyken bu kelimeyle ilgili bende özel bir bağlam bile oluşmuştu. Amerikalıların “Turgut Özal köprülemesi”yle 12 Eylül rejiminin tıkadığı söylenen damarlara baypas uyguladığını, ülkenin can damarlarını liberalizme açtığını düşünüyordum. FSM köprüsünün açılışındaki mercedesli Özal çifti gözlerimin önünden gitmiyordu.

Menderes tıpkı Özal gibi, Erdoğan ise tıpkı bu ikisi gibi “baypas etmek” denince akla ilk gelen siyasî figürler. Türkiye ile Amerika arasındaki köprülerin çoğu bu siyasetçiler eliyle inşa edildi. Hâlbuki iki ülke arasında birçok doğal ve tarihsel engel vardı. Engeller aşılmak içindir diyorsanız siz de kendinizi dünyadaki liberal akışa kaptırmış sayılırsınız. Nitekim gövdenin sağlam yerlerinden alınan yeni damarlar kan akışını eskisinden daha güçlü hâle getirdi. Gövde siper edilememiş, “hayasızca akın”ın önü açılmıştı. Baypasçı siyasetin başarılı olabilmesi, daha önemlisi haklılığını ispat etmesi için bazı unsurların devre dışı bırakılması veya çoktan devre dışı kalmış olması gerekiyordu. Bu unsurların başında meclis ve istişare kurumları geliyordu. Baypas usulü Mustafa Kemal’den beri değişmedi. Belki Tanzimat’tan beri. Meşrûiyet ile hâkimiyet arasındaki köprüyü güçlendirmek kimsenin işine gelmemişti. Ne Müslümanların kendi işlerini kendilerinin görmesine fırsat verilmiş ne işbaşına gelmelerine izin verilmişti.

İdeal durum Müslümanların kendi aralarındaki kanalları açık tutması, dayanışma ve uyum içinde olmasıdır. Buna rağmen tarih boyunca Müslümanların birbirleriyle ölümüne rekabet etmelerini nasıl anlamalıyız? Sorunu sadece siyasetin kitleleri kendi çıkarları için manipüle etme kabiliyetiyle açıklayamayız. Müslümanlar arasındaki derin siyasî ayrılıklar genellikle İslâm’ı kavrayıştaki derin farklılıkların yansımasıdır. Örneğin Raşid Halifeler devrinde sahabenin siyasî tutum farklılıkları meşrep ve yordama müteallik olmuştur. Onları birbirlerini tekfir ederken değil, usûl ve üslûp bakımından sükûnetle veya hararetle ikaz ederken görürüz. Bu yolu terk edip halifeleri ve sahabeleri siyasî ve/veya şahsî saiklerle katledenlerin İslâm’ın dışına doğru adım atmaya yaklaştığını bilmemiz lazım. Çünkü istişare kalkınca ilişkilere en acımasız anlamıyla siyaset hâkim olur. Meclis kapanırsa “siyaset meydanı” kurulur. Emevîlerden bu yana dünyaya bakışımıza “siyaset meydanı” mantığı hâkimdir.

Meclis en hamiyetli, en kabiliyetli siyasetçileri bir araya getiren çatı olmalıydı. 1925’ten sonra bu hiç olmadı. Öyleyse -araya karışan bir avuç istisna hariç- vekillerin milleti temsilinden bahsedilemez. Fikirleri olmayan, olsa da sorulmayan bugüne kadarki on binlerce “vekil” 2018’deki sistem değişikliğinden sonra hukuken de baypas edilmiş oldu. 2018 hamlesi, farklı saiklerle de olsa 1925 hamlesini tamamladı. Meclis bir vakitler imkândı, şimdi bir ihtimal bile değil. Karar alıcılar ile millet arasındaki organik bağ zaten 1925’ten sonra sembolik bağa indirgenmişti. 2018’le son sembolik bağa da kastedildi. 

Bağa kastedildi ama hâlâ iki taraf var. Devlet ve millet birbirlerine katlanmak şeklinde de olsa varlıklarını sürdürüyor. Hâlbuki son yirmi yılda devlet-millet mesafesinin azaldığına, hatta kapandığına dair sayısız görüş serdedilmişti. Seçim sonuçlarına ve gündelik hadiselere bakarak bu izlenimi edinmek zor değil. Peki, bu görüşü savunanlar “millet meclisi”nin devreden çıkarılmasını nasıl açıklıyor? Cin fikirlilerin açıklaması şu: Devlet (yahut onu temsil eden grup) milletle doğrudan temasa geçmenin önünde engele dönüşmeye başlayan bir kurumu baypas etti! Talepler aşağıdan yukarıya daha hızlı, kararlar yukarıdan aşağıya daha etkin biçimde ulaşmaya başladı! Hızlı ve etkin olduklarına şüphe yok. Fakat neden çalışan veya çalışması pekâlâ sağlanabilecek tarihsel değeri haiz bir damara baypas yaptıklarına cevap veremiyorlar.

Recep Tayyip Erdoğan, Adnan Menderes’in yanlışlarını (?) yapmadığı için ve Turgut Özal’ın doğrularını (?) yaptığı kadar yoluna devam edebildi. Fakat şu da var: Tayyip Erdoğan, Adnan Menderes’in doğrularını feda etmek ve Turgut Özal’ın yanlışlarını kökleştirmek suretiyle tarih nazarında kendini geri dönülmez bir yola soktu. Bu da zaferinin bedeli oldu, olacak. Yanlış anlaşılmasın: Erdoğan’da ne kurban ne kahraman olacak göz vardır. Biz aynada kendimize bakalım. Nasibimizde yazan kurbanlık mı kahramanlık mı anlayalım.

Muhammed SARI (12 Zilhicce 1446 - 8 Haziran 2025)

HERKES HANGİ RUHU ÇAĞIRDIĞINA DİKKAT ETSİN

Mahkeme kararlarının alnında şu ibare yazardı: “Türk milleti adına!” Bu cümle ilk bakışta ruh çağırma ritüellerindeki gizemli sözleri hatırlatıyor. Çocukluğumuzun çizgi filmlerindeki “Gölgelerin gücü adına!” haykırışının da bu çağrışımda payı var elbette. Yargı(lama) gücünü elinde bulunduran kahramanımız bu söze ancak son çare olarak başvuruyordu, olur olmaz işler için asla kullanmıyordu. “Türk milleti adına!” alınlığı hâlâ kullanılıyor mu bilmiyorum. Kullanılmıyorsa da şaşırmam. 2002’den bu yana yaşananlar “Türk” ve “millet” kelimelerini o kadar çarpıttı, öyle törpüledi ki kullanılıyorsa bile içi boş bir serlevha olsa gerek. Hâlbuki hukukî bir hükmün keyfî ve mahreçsiz olamayacağına delil olarak bu ibare yeterdi. Bu memlekette doğru ve yanlış memleketin nomosuna (İslâmlığa) göre doğru ve yanlıştır, denmiş olunurdu. Bugün bir “göre”miz kaldı mı? Türk denen hayaleti gören işiten kaldı mı? Sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda herkes başka hayaletler nâmına ahkâm kesiyor, kurbanını o hayaletlere adıyor, o hayaletler adına para bastırıp hutbeler okutuyor. Çağırma seansları bittiğinde muhtemel ki hayaletlerden biri gelecek. Herkes gaipten neyi çağırdığına dikkat etsin.

Bir hayaleti ete kemiğe büründürüp beden sahibi kılan da siyasal bir güce dönüştüren de meşruiyet kaynağıdır. Hayaletler bir anlığına “varmış gibi” görünebilir ama varlığının şüphe götürmemesi için meşruiyetini ispat etmesi gerekir. Osmanlı en güçlü çağında dahi meşruiyetini gaza ve cihaddan alıyordu. Halkın bütün sıkıntılara rağmen ona itimadı da buradan kaynaklanıyordu. İşlerin yürümesi için meşruiyetin ve itimadın kaynağı -sureta bile olsa- aynı olmak zorundadır. Türk töresine göre “nâmına” hüküm verilen ile “uğruna” boyun eğilen aynı olmalıdır. Halk bugün olduğu gibi o zaman da nazarî tartışmalarla ilgilenmiyordu. Devletin başta (padişahta) ve sonra (kadıda) İslâm olup olmadığına bakıyordu. Böyle söyleyince halkın anlamazlığına, umursamazlığına imâda bulunduğumuz sanılmasın. En aşağı rütbedeki kadı, halkın gözünde “bile” edatıyla bile kızına kusur bulunamayacak evsafta biri olmak zorundaydı. Bu bakımdan halkın bir zamanlar yargı kriterlerinin çok yüksek olduğuna pekâlâ hükmedilebilir. Bu basit, yalın, acımasız kriterler sayesinde devlet hizada tutuluyordu.

Modern zamanlara geldiğimizde devlet yeni bir meşruiyet kaynağı, halk yeni bir itaat gerekçesi bulmak zorundaydı. Siyasi literatürümüzde meşrutiyetli, cumhuriyetli, tek partili, çok partili, darbeli, muhtıralı, koalisyonlu, ittifaklı gibi isimler alan bütün hercümerçlerin esas sebebi meşruiyet krizidir. Son yıllarda sıkça tartıştırılan anayasa, hiçbir zaman Türkler için bir meşruiyet kaynağı olma katına yükselememiştir. Gaza ve cihadın sağladığı meşruiyete kıyasla “anayasal meşruiyet” siyasal cebir hakkını ele geçirmiş olanların ürettiği ikincil bir çıktıdan, seküler bir teolojiden ibarettir. Devletin meşruiyet söylemi bugün “bir zamanlar yapmıştık, yaparsak yine biz yaparız”a kadar gerilemiş durumda. Fakat asıl sorun halkın artık bu söylemi satın alması, almak zorunda bırakılması, almak zorunda olduğunu sanmasıdır. Tüccarların icadı olan modern devlet geçimini sürekli “bir şeyler satarak” sağlamaya mecburdur, halk ise ayakta kalabilmek için iktisat etmek, sadece veya evvela hayatî olanı seçmek mecburiyetindedir. Alanın şu veya bu şekildeki rızası, zamanla satanı nimetten saymaya sebep oldu, oluyor. Türkiye’de devletin meşruiyet kaynağı ile milletin itaat gerekçesinin farklılaştığının anlaşılmaması, yani illüzyonun sürdürülebilmesi için muhafazakâr retorikler fasılasız şekilde devrede tutuluyor. Yapay zekâ destekli animatörler marifetiyle muhayyel devlet ve muhayyel millet el ele gösteriliyor.

Bütün beceriksizliklere, aksaklıklara rağmen illüzyon işe yarıyor. Çünkü seyirci bileti yansın istemiyor! Aktörler espri yapmadan kahkaha patlatmaya, aktris yüzünü asmadan ağlamaya hazır herkes. Hukuksuzluk ayyuka çıksa da halkın devlete atfettiği tarihsel değer hemen her defasında ayyukun üzerinden aşıyor. Minare kılıfa sığıyor, çünkü hırsız zorluk çekmesin diye mal sahibi minareyi dikerken kılıfını da bizzat diktiriyor. Devlete olan inancın milletin kendine olan saygısıyla ters orantılı konumlandırılmasını tartışamıyoruz bile. Bu yüzden yalanlar sinsice değil, gözümüzün içine baka baka söyleniyor. “Devletin bir bildiği vardır”dan ötesini bilmeyen, bilmek de istemeyenlerin memleketin mukadderatı hakkında söz sahibi olduğunu sanması, devletin bilgiye dayanmayan ve bilgi paylaşmayan yönetim tarzını pekiştiriyor. Devletin canına minnet! Fatih’ten beri böyledir zaten: Türkiye’de devletin temeli devlettir.

Türkiye’de devletin temeli devletse ve kimse bundan şikâyetçi değilse şizofreni hepimize bulaştığı içindir. Devletin kerametinin kendinden menkul olduğu kanaati bir kez yerleşti mi, bilhassa devlet içindeki kritik birimlerde şizofrenik yapılanmaların kapısı açılır. Her kritik birim kendi meşruiyetini kendi varlığından devşirdiğini düşünmeye, hatta zımnen veya açıkça bunu iddia etmeye başlar. “Kendine mahsus kanunu olmak ile “kanunda mahsus yeri olmak” birbirine karışır. 2002 öncesindeki düzen artıklarının “derin devlet”in varlığına inanması, işi ileri götürüp kendilerini “derin devlet” sanması, nihayet uluslararası güçlerin kuklası olduklarını acı acı anlaması veya hâlâ anlayamaması bu yaygın şizofreni sebebiyledir. Halk bu hususta daha korunaklıdır, çünkü bilgiden izole bir konumdadır. Halkı cehaleti korumaktadır! İhtilâl, iflas, işgal olmadıkça halkın bu bahislere uyanma ihtimali zayıflatılmış, uyanır gibi olsa bile bu bahislerde sağlıklı bilgilenme ve açıkça konuşma hakkı elinden alınmıştır. 

Korunaklı cehaletten kurtulmak, şizofrenik yapılanmalardan kurtulmak... Ruhumuzu kurtarmanın yolu buralardan geçiyor. Biz macera meraklıları gibi ruh çağırmıyoruz. Ruhumuzun sesini tekrar duymaya, duyurmaya çalışıyoruz. “Türk milleti adına!” bizim için gizemli ritüellerden alınma bir cümle değil, epik bir hitap. Tarihten gelip gaibe giden bu hitap cevapsız bırakıldığı takdirde meşruiyet ve hâkimiyet bahsinde bizi zillet ve mahkûmiyet bekliyor.

Muhammed SARI (6 Zilhicce 1446 - 2 Haziran 2025)