CEMİYETİ CAMİ CEMAATİ Mİ CEM EDECEK CUMA CEMAATİ Mİ?

Başlık tekerleme gibi oldu ama olsun. Olası varmış demek. Tekerlemeleri hep sevmişimdir. Deli saçması gibi görünen ses tekrarları arasında bir anlamın ikrarı gizlendiği için, yani tekerlemeyi şiirin mantığına yakın bulduğum için severim. Başlıktaki tekerlemeye gelirsek pek öyle şiirsel sayılmaz. Cem‘ masdarından türeyen ama güncel anlam bakımından farklı manalar taşıyan kelimelerden oluşuyor. Kelime dediğime bakmayın, bunlar Müslümanca hayatın temel kavramları sayılır. Önce yazısını, sonra kelimelerini kaybetmiş insanlar olduğumuz hâlde kalan son terim ve kavramlar (yoksa ıstılah ve mefhumlar mı demeliydim?) üzerinden eleştirel düşünce üretmeye gayret ediyoruz. Dolayısıyla isabeti düşük, sapması yüksek, sıhhatli neticeye varılması zor bir yolda yürüyor işler. Kelimeler tutarsızlaştığında yahut ince ayar tutmadığında ise fiilî duruma bakarak yönümüzü tayin etmeye çalışıyoruz.

Fiilî duruma bakıyoruz ama içinde bulunduğumuz durumu biz seçmedik. Bakın daha ilk cümleden tanımında uzlaşamadığımız başka iki kelimeye daha başvurarak ne kadar sallantılı bir zeminde konuştuğumuzu belli ediverdim. “Biz” dedim, “seçmek” dedim. “Biz”in ne anlama geldiği konusunda bir birlik, haydi olmadı bir çoğunluk, en azından kayda değer sayıda bir topluluk olsaydı böyle bir yazı yazmaya gerek kalmazdı. Öyle olsaydı, daha iki hafta önce, adı Türkiye Cumhuriyeti olan ülkenin cumhurbaşkanı “biz”in içini “Türk-Kürt-Arap” üçlemesiyle doldurma cesareti gösteremezdi. Herkes gücü nispetinde ve niyeti doğrultusunda “biz”e bir anlam yüklüyor. Yani herkes “seçim”ini yapıyor. Ne antik ne modern dönemde kendi kimliğini Türkler gibi uluorta tartışan, tartıştıran, konjonktüre göre sürekli değiştirmeye kalkan başka bir topluluk bulabilirsiniz. Köleler bile özgürleşmenin yolunu açmak için evvela köle olduklarını kabul etmek, yani bir sabiteden başlamak zorunda olduğunu bilir. Türkiye Cumhuriyeti’ndeki “biz” tanımları ise evvela kendini, kendi sabitelerini reddederek başlıyor söze. Kimine göre fiilî durum bunu gerektiriyor. Gerçekten de durum değişince tanım değişir. Fakat mevcut fiilî durum Müslümanların, hususen Türklerin aleyhine iken neden kurbanlık koyun gibi boyun eğelim? Sırf fiilî durum berbat diye neden eldeki tanımdan olalım?

Türkler bilfiil Türk iken Türkçülük yoktu, Türklük yaşanan tanımdı çünkü. Bunun kimilerine “pireler berber iken” tekerlemesini hatırlattığını biliyorum. O insanların bir kısmı “United States of Turkey” ninnileri söylüyor. Müslüman dünyanın nüfuz bölgelerinin İsrail’le paylaşıldığı bir “Turkey” hayali kurduruyor ahaliye. Ninni yerine tekerlemeyi seçmeliyiz. Kerizleri uyandırmalıyız. Aslında “Türk” kelimesinin ne manaya geldiğine dair ağyarını mani, efradını cami o tanım yapıldı. Bilen biliyor. Çerçeve çizildi ve çerçevenin dışında kimlerin kaldığı belirtildi. Çerçeve uzun süredir içini dolduracak efradını bekliyor. Cemaatini bekliyor. Cemaat deyince aklımıza ilk ve tek gelen “cami cemaati” olmalıdır. Cami cemaati Türkiye’de uzun yıllar “sessiz çoğunluk”, “sokaktaki adam” tabirlerinin bir parçası olarak sunulsa da aslında hep farklı bir potansiyel taşımıştır. Bütün mahallîleştirilmiş, lümpenleştirilmiş, kitschleştirilmiş, vulgarize edilmiş görünümüne rağmen Müslümanca hayatın “nomos”una yüzyıllardır amasız fakatsız sahip çıkan yegâne kesim cami cemaatidir. İstiklâl Harbi’nden bu yana her kritik meselede cami cemaatinin rızası aranmıştır. Cami cemaati hayra da şerre de sayısız defa evet demiştir. Hayır dediği pek az şey varlığını sürdürebilmiştir. 

2000’lerde hızlanan sekülerleşme, bâtıllaşma, mürtedleşme hareketlerine bir engel teşkil ettiği için “mutaassıb” cami cemaati siyaset kurumu tarafından dönüştürülmeye çalışılmıştır. Farz namazları mümkün olduğunca cemaatle camide eda etmek hassasiyetinin ötesine geçemediği hâlde cami cemaati sahip olduğu potansiyel bakımından tehlikeli bulunmuştur. Doğrudan müdahale tepki çekeceği için cami cemaati içeriden zayıflatılmıştır. İşte Cuma cemaati tam bu noktada devreye girmektedir. Muhafazakâr siyasetin her kesimden oy alma ihtiyacının tavan yaptığı dönemde. Her sabah ve yatsıda ön safta hazır bulunan bir Müslüman ile cumadan cumaya “farzlayıp çıkan” bir Müslümanın yönetilebilirliği arasında büyük fark bulunduğunu en iyi siyasetçiler bilir. Fıkhen Cuma cemaati de en genel manasıyla cemaat mefhumuna dâhildir; fakat konjonktüre göre artıp azalan, gençleşip ihtiyarlaşan, çabuk coşup çabuk durulan karakteri onun güvenilirliğini zedeler. Cami cemaati ise az da olsa öz oluşuyla, gencinin olgun yaşlısının şevkli oluşuyla, anlık duygulanımlar yerine istikrarlı oluşuyla bir “kemik kitle” karakteri arz eder. Cuma cemaati piyasa şartlarına bağlıdır, yönelimleri dışarıdan belirlenebilir. Camii cemaati ise bütün istismar edilmişliğine rağmen bir sınıf bilinci nüvesi, siyasî bir bilinç kazanma istidadı taşır.

Siyasetteki karar alıcılar, iktidarlarının meşruiyetini cami cemaatinden almış gibi gösteriyor ama kahir ekseriyeti oluşturan Cuma cemaati sayesinde fiilî durumlar yaratarak hükmünü yürütüyor. Hutbe diye söylenen “United States of Turkey” ninnileri Cuma cemaati içindir. Fakat Cuma cemaatinin bu alengirli işlerden anlayacağı yoktur. Hutbeyi dinlerken bile çoğunlukla borcunun harcının derdinde, ekmeğinin peşinde, çalının etrafını dolanma niyetindedir. İçlerinde akşam viskisini içmiş olan da vardır sabah parasını vadeliye yatırıp namaza gelen de. Belki bu yüzden en çok bağış da en çok oy da Cuma cemaatinden gelir. Yine de mabedde misafir gibidir onlar. Ev sahibi daima bir avuç cami cemaatidir. Cami cemaati bütün bunlara rağmen Cuma cemaatini kınamaz; aksine en büyük kınamaya müstahak olan cami cemaatidir. Camide bulunmanın usûl ve erkânına riayette bu kadar titizlenirken cemiyet olarak yaşamanın töresine karşı bu kadar kayıtsız kaldıkları için. Gençken ağabeylerimiz bize “eceli gelen kapitalizm cami duvarına bevleder” derdi. Hani, nerde?

Muhammed SARI (1 Safer 1447 - 26 Temmuz 2025)

EĞİTİMİ BEDEVİ VE DÜRZİLERDEN KURTARMAK

Tevhîd-i Tedrîsât bir asrı devirdi, bense hocalıkta yirmi yılı devirdim. Devrimci ve karşı devrimci geçinenlerin eğitimde devirdiği çamların altında kalmamak için oradan oraya göçle geçti meslek hayatım. Ne yirmi yıllık çalışmanın gönencine ne gelecek yılların güvencine sahibim. Okullara bakın: Ne yüz yıllık genç bir devletin dinamizmine ne bin yıllık bir milletin idealizmine sahibiz. Yakın tarihimizin bütün kafa karışıklığını, aşağılık psikolojisini müfredat diye, sistem diye, reform diye boyayıp boyayıp satmaya devam ediyoruz. 

Sokağa bakınca bu insanların binlercesi benim öğrencimdi, hayatlarında bir şekilde yer aldım diyorum. Gurur ve ümit veren veren istisnalar hariç, genellikle endişeyle bakıyorum. Bir hocanın sorumluluk duygusu sorumluluk alanının çok ötesine uzanır. Öyle olmasaydı mesleklerden bir meslek olur çıkardı eğitimcilik. Bir bakıma olmuştur da. Testçi, etütçü, belletici, soru çözücü… gibi alt düzey bilişsel becerilerin hocalık denen bütüncül kimliği çoktan parçaladığı söylenebilir. Dertlenmemize sebep olan kayıpların çoğu bugün kendi kuruntumuz sayılıyor. Kurumsallaşma bahanesiyle insanî endişeler, sisteme entegrasyon bahanesiyle yurttaşça endişeler önemsizleştirildi. Yıllarca yüzüme “ne diyor bu adam” diye bakanların çoğu eğitimciydi!

Tıpkı hayvanlar gibi birbirimizden doğuyoruz ama yalnızca talim ve terbiyeden geçerek insanlaşabiliyoruz. Okul denen mekânı sevemesem de insanlaşmak için asgari bir formel yapı şart. Bu temel formasyonu oturtamadığınız takdirde sistem çapında reformlardan bahsetmek aldatmacadan ibaret kalıyor. Yani siyaset esnaflığından. Hepimiz kendi etki ve yetki alanımızda yapının temel gereklerini oturtmak için uzun erimli bir emeğe mi bel bağlıyoruz, böyle gelmiş böyle gider deyip ekmeğimize mi bakıyoruz yoksa büyük vaad ve laflarla algı ve duygu yönetimine, yani bugüne mi oynuyoruz? Cevabımız karakterimizi ele verir. Çocukların karneleri bizim amel defterimizdir.

Bırakın bir eğitim sistemini, bir okulumuz bile yok. Talim ve terbiye kavramlarının kendi başına ayakta duramayacağından bîhaberiz çünkü. Verili zihniyetin talimatlarını ders diye vererek, verili zihniyete göre insanlara torna ve tesviye kabilinden mürebbiyelik ederek bir iş başardığını sananlar eğitim camiamızın kahir ekseriyetini oluşturuyor. Ödül, teşvik, taltif mekanizmaları hep bu verili zihniyete ayarlı biçimde işletiliyor. Tenkit ve tahkikin olmadığı yerde talim ve terbiye bir anlam ifade etmiyor. “İnsana göre sistem”imiz yok, “sisteme göre insan” yetiştirmeyi marifet belliyoruz. Bu bahiste seküler okulların yüzsüzlüğü mü daha mide bulandırıcı muhafazakâr okulların ikiyüzlülüğü mü bilmiyorum.

“İnsana göre sistem”imizin olmayışı cumhuriyet öncesinden başlıyor. Cumhuriyet “sisteme göre insan” kararını veren rejimdir. Karanlığı zifirileştirmiştir. Dış siyasetin şu sıra yaygın iki kavramıyla söylersek, Tevhîd-i Tedrîsât’la birlikte eğitim felsefesi bakımından bedevilikten dürziliğe geçtik. Yüz yılın sonunda bedevi ve dürziler arasında bir tercih yapmak noktasına geldiysek vâ esefâ! Medeniler her türlü ziyanda demektir. 2000’lerden itibaren eğitim alanında yapılanlar “en azından merteği yeniden elif okumak”a doğru bir girişim olarak sunulsa da gerçek böyle değildir. İnsan kimdir (tahkik), sistem nedir (tenkid) sorularına hakkıyla cevap verilmeden girişilen her eğitim reformu siyasî dalaveredir. Bedevilerin ikiyüzlülüğü ve dürzilerin yüzsüzlüğü insan ve sistem hakkında düşünmemenin farklı veçheleridir. Nereden mi biliyorum? Şuradan: Bir hoca olarak yıllar boyu yaptığım sayısız iş görüşmesinde bedeviler bana bıyıklarımı, dürzilerse sakallarımı kesmem gerektiğini söyledi. Hiçbiri bana çocuklarımıza ne öğreteceksiniz demedi.

Muhammed SARI (26 Muharrem 1447 - 21 Temmuz 2025)

BEYAZ TOROSLAR VE KIRMIZI ÇİZGİLER

İşgal kuvvetleri propaganda yarışında birbirlerini geçmeye çalışırlarken, onca yokluk arasında tuhaf derecede zengin bir kültür hayatı yavaş yavaş yeşertilmeye başlanmıştı. Daha 1945 yılında, “yıkıntıların altından hala ceset kokuları sızmaya devam ederken” Ruslar Devlet Operası’nı görkemli bir törenle açmışlardı. Şıkır şıkır aydınlatılmış, kırmızı pelüşlü Admiralspalast’ta Gluck’un Orfeus’u sahnelendi. Amerikalı askeri personel Uegene Onegin’i ya da Rigoletto’nun elbette ki antifaşist yorumunu izlerlerken briyantinli, tıknaz Sovyet albayları onlara sırıtıyordu, müziğin sesine madalyaların şıngırtısı karışıyordu.
Frances Stonor Saunders

Bu serinin ilk yazısına “Kefeni Yırtmak” adını vermiştim. Oradaki tasvire göre kefenlenip orta yerde bırakılmış, akıbetini bekleyen bir canlı cenaze vardı. Ve orta yerde bırakılması sebebiyle cenazenin kurtlar, kurtçuklar tarafından parçalanma tehlikesinden söz etmiştim. Yazının üzerinden bir seneden biraz fazla geçmişken sahneyi gözden geçirmek durumundayım: Görülüyor ki cenaze kefenlenmiş hâliyle bile, yani “unutmayı seçtiğimiz şeylerin hatırlatıcısı” olmak bakımından tehlike arz ettiği için defin işlemlerine başlanmış. Kefenlenmiş canlı cenazemiz artık tabuta konmuştur ve tabutun kapağının sıkıca çivilenmesine geçilmek üzeredir!

Türkiye Cumhuriyeti ne demokratik ne otokratik ne oligarşik ne bilmem ne esasına dayalı olarak yürümektedir. Mahkeme salonundan çarşı pazara, medyadan sınıflara, sahnelerden tarlalara kadar her yerde ne olduğumuzu, kim olduğumuzu bilmemenin emareleri ayan beyandır. Daha kötüsü ne ve kim olmak istediğimizi de bilmiyoruz, ağzımıza konan düdükleri öttürüyoruz, o kadar. Boş konuşuyoruz. Söylediklerimizin altı boş, elementer seviyede dahi dünyanın ahvaline dair bilgi sahibi değiliz. Söylediklerimizin üstü de boş, çünkü bir davayı yüklenmiş götüren yüksek vasıflı bilirkişilerin korumasından mahrumuz. İki mahrumiyet arasında bilgisizlikten ve yönsüzlükten kırılıyoruz. Hem de bilgi ve hız çağı(!)nda. Neden böyle? Çünkü Türkiye Cumhuriyeti bir şey olsun diye değil hiçbir şey olamasın diye, belli bir pozisyondan milim kıpırdamamak şartıyla devamına göz yumulmuş bir ülke. Bulunduğumuz pozisyonda ne yeterli güneş ne hava ne su ne de toprak var. Göremiyoruz. Çakılmak üzere olan tabutun tahtası, kefenin örtüsü ve en önemlisi kendi göz kapaklarımız bilincimizi perdeliyor.

Türkiye her turda tur süresini biraz daha düşüren bir yarış arabası gibi. “Yüzyılın felaketi” dedik ama senesine varmadan deprem gündemden düştü. Gazze birkaç ayda yok oldu ve durum normalleşti bile. Geçen ay nükleer savaşın kaçınılmazlığından hepimiz emindik, şimdi füzeleşme nasıl başlamıştı hatırlayan yok. Son bir haftadır ise “terörsüz Türkiye” sloganının rüzgârıyla hızlandırılmış bazı gelişmeler yaşanıyor. Böyle bir dünyada hiçbir şeyin özgül ağırlığından bahsedilemez. Zaten 15 Temmuz’dan bu yana olan biten şeylerin kendi başlarına bir anlamı yoktur, asıl olacakların zemini hazırlanmaktadır. Algılar olguların önüne geçmiştir bir kere. Gerçekte ne olup bittiğine dair sağlıklı bilgi alabileceğimiz kanallar yok denecek kadar az. Devlet istihbarî hassasiyet gerekçesiyle “terörsüz Türkiye”nin aslı astarına dair bilgi paylaşmıyor. Buna rağmen bütün tartışmayı medya üzerinden halka yaptırıyor. Zekice bir taktik. Bazı operasyonlarda sütliman kamuoyu yerine kontrollü kaos daha iyidir. Devlet geniş halk katmanları arasında birikmiş ve öngörülemeyen enerjiyi azar azar harcarken siz de kendi yankı odanızda kendi rızanızı kendiniz üretir, rahatlarsınız! 

Biliyoruz ki bu tarzı, yani modern propaganda ve psikolojik harbi İngilizler icat etti. Hem de Türkler, Araplar ve Kürtler üzerinde test ederek! Propaganda ve manipülasyon şüpheli veya marjinal bulunan unsura dair algıyı ve pozisyonu adım adım değiştirmeye yarar. Önce zemin yani kamuoyu bazı “teaser”larla ısındırılıp hazırlanır. Sonra takip edilemeyecek yoğunluk ve takat getirilemeyecek şiddetteki hadiseler boca edilerek kitle şoka uğratılır. Ardından doz düşümüyle kitelelere nefes aldırılır, daha doğrusu kanaatlerini “güzellikle” değiştirmeleri için mühlet tanınır. Son aşamada çatlatılmış kanaat/duygu bloklarının yarıklarından içeri sızılarak süreç haklılaştırılır, yeni norm yerleştirilir. Her safha kendi içinde birçok alt başlık ve sayısız kombinasyon barındırsa da ana işleyiş pek değişmez. Şuna dikkat etmek lazım: Propaganda ve manipülasyon tarihi hakkındaki bilgilerimiz propaganda ve manipülasyon eylemleri karşısında fazla bir anlam taşımaz. İnternetteki arşiv, hafıza, kayıt maksatlı hesapların kendi başına anlam taşımaması gibi. Bilgi onu kullanan kişiye, onun kullanıldığı bağlama göre işlev kazanır. Arşiv bilgisi pasif, onu kullananın iradesi aktiftir. Öyle olmasaydı çeyrek asırdır kitlelerin önüne saçılan “gizli dosyalar”a rağmen devletlerin küresel ve bölgesel ölçekteki merkezîleşme, otoriterleşme eğilimini açıklayamazdık. 

Propaganda ve manipülasyon bir yandan unutulmuş bilgiyi harekete geçirerek diğer yandan açık bilgiyi çarpıtıp karartarak yol alır. Bilgiyi, yani aslında insanı. İnsan harekete geçip geçmemek, önüne konanı seçip seçmemek konusunda bir irade gösterirse işlerin rengi bir anda değişebilir. Sıradan insanlar istihbarî algoritmayı görüp gücü yettiğince şahsî tedbir alsa bile yola epey taş koyabilir. Elbette istenen bu gibi insanların kendi aralarında da tesanüd göstermeleridir ama bunun giderek zorlaştığı bir zaman dilimindeyiz. Ama evvela kendimizi gözden geçirmeliyiz. Herkes (diyelim ki 40 yaş üstü herkes) son yirmi yılda majör olaylar karşısında yaşadığı duygu ve düşünce değişimlerine baksın: Nereden nereye gelinmiş? Hangi evetler hayır'a dönüşmüş, hangi hayır'lar evete? Yatışan hatta aksine dönüşen öfkeleriniz hangileri? Nefrete ve düşmanlığa dönüşen hayranlıklarınız neler? Hayat çizginiz dünyanın gidişatıyla muvafık olmaya doğru mu seyrediyor başka bir yöne doğru mu? Hâlâ kırmızı çizgileriniz var mı? Kırmızı çizgilerin rengi değişti mi? Hayatınızda değişmeyen şeyler var mı? Değişmemenin gerekçesi haklılık mı yoksa alışkanlık, korku, yetersizlik gibi saiklere mi dayanıyor? 

Algı operasyonunu etkisiz kılacak hamlelerden biri kırmızı çizgileri savunan birinin beyaz torosları savunuyormuş gibi gösterilmesine karşı ses çıkarmaktır. Mîsâk-ı Millî deyince Yeni Osmanlıcılık, Sünnîlik deyince küresel cihad, Türklük deyince Turancılık karikatürlerinin piyasaya sürülmesine itiraz edilmesi gerektiği gibi. Yorucu ama açıklamak, hep açıklamak, belki açıklamalarımızı da açıklamak zorundayız. Çünkü üzerimize örtülen perde kat kattır. Ne olduğumuzun yanına ne olmadığımızı da muhakkak ekleyelim. Her tanım, ne olduğu kadar ne olmadığıyla da anlam kazanır. “Ne olmadığını” söylemeyen tanım “tanınmaz hâlde”dir.

Muhammed SARI (17 Muharrem 1447 - 12 Temmuz 2025)

ŞAİRİN YENİ MANTIĞI yahut TURGUT UYAR BİZE NE TEKLİF ETTİ?


Enis Akın “Turgut Uyar Şiirinin Oluşumu” adlı yeni kitabını Geyikli Gece ve İstiklâl Marşı arasında kurduğu bağlantıyla bitiriyor. Son yirmi yılda İstiklâl Marşı’na yapılan atıflarda şu veya bu sebeple büyük bir artış var. Atıfların çoğu gündelik siyaset eksenli. Pek az kısmı düşünce ve estetik alanından besleniyor. Modern şiirimizin öncü isimlerinden Turgut Uyar’ın şiirinin kaynaklarına, oluşum ânına dikkat kesilen bir incelemede sözün İstiklâl Marşı'yla bağlanması bu sebeple hem ilgi çekici hem de düşündürücü. “Korkma!” nidası her kubbede ayrı tınıyla yankılanmaya devam ediyor.

1950’lerdeki Türk modernleşmesinin politikadaki ve poetikadaki ikiz ama didişmeli varoluşu hâlâ yeterince etüt edilmiş değil. Aradaki korelasyonu hakkıyla betimleyebilmek, bunu edebiyat ve kültür tarihimizin kalıcı bir kazanımına dönüştürebilmek için politik ve poetik varoluş arasında özgürce mekik dokuyacak kafalara ve tabii ki özel bir tarihsel momentumun doğmasına ihtiyaç var. O dönemin şairlerinin bir aktör olarak içeriden şahitliği ve bazı eleştirmenlerinin kritikleri meseleye bir miktar ışık tutuyor. Sonraki dönem şairlerinden bazılarının “dışarıdan ama içgörüye dayalı” yorumları tamamlayıcı ve tazeleyici bir etki uyandırsa da esasen yeterli olmuyor. Böylesi bireysel, dağınık girişimleri ana ilkeler etrafında derleyip toparlayacak theoria’nın örneğine henüz rastlayamadık. İkinci Yeni şiirinin “kendinde şey” olarak başlayıp “kendi için şey” olamadan bitmesi, İkinci Yeni eleştirisinin de benzer talihsizliği yaşamasına sebep oldu denebilir.

Çoğu meşhur metin gibi Geyikli Gece de çok okunup pek anlaşılmayan şiirlerdendir. Özellikle ezberci akademisyenlerin kopyala-yapıştır yorumları utanç verici, ideolojik kamplarında mahsur kalmış eleştiricilerin bakış açıları iç karartıcıdır. Geyikli Gece’nin sosyal medya mecralarındaki popüler alımlanışına değinmeye gerek bile yok. Yine de elimizdeki okur vasatını olduğu gibi kabul etmek zorundayız. Beğensek de beğenmesek de konunun birer tarafı sayılırlar. Enis Akın'ın incelemesini bunlardan ayrı bir yere koymak lazım. Çalışmanın uzun zamana yayılması, metinleri bir şair olarak içeriden okumayı ihmal etmemesi, kaynaklarının görece çeşitliliği ve şairi anlama çabası bakımından. Hepsinden önemlisi, şairi biyo-kültürel ortamından ve sosyo-ekonomik şartlarından soyutlanmış değil, dünyanın aldığı biçimden doğrudan etkilenen ve buna reaksiyon veren bir birey olarak ele alması bakımından. Kitabın bütünlüklü değerlendirmesini ilgililerine bırakıyorum. Ben Akın’ın kitap boyunca esas aldığı “acemilik” ve bilhassa “korku” izleği hakkında birkaç şey söylemekle yetineceğim. Çünkü bana göre kitap tam da zengin tartışmaların başlayabileceği bir bağlam uç vermişken bitirilmiş görünüyor.

Enis Akın, Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ndeki okuma biçimine dayanarak modern edebiyatımızın Namık Kemal’den beri her alanda “acemilik” çektiğini belirtiyor. Ta ki Turgut Uyar’a kadar. Uyar’ın acemilik kavramını “beceriksizlik, hamlık, olmamışlık” anlamlarından kurtarıp onu “canlı, yeniliğe açık, devingen” kalmak anlamında kullanışına dikkat çekiyor. “Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği” dizesinin sahibi muhtemelen tam da bunu istiyordu. Hiçbir şeyin adının konmasıyla, eşkâlinin belli olmasıyla ilgilenmiyordu. Her şeyi akış ve oluş ânında yakalayıp deneyimlemek gibi imkânsız bir projenin peşindeydi. Uyar’a göre “suyun rengi akmaktır”, suyu anlatmak isteyen, akışı anlamak isteyen de akmak zorundadır. Yalnızca şiirin sezdirebildiği bu türden nelik ve kendilik bilgisinin peşinde koşmayı en önemli uğraş kabul ediyordu. Anlam değişimine uğrattığı haliyle “acemilik”i yüceltiyordu. Enis Akın bu tavrı şairin bize çözüm dayatmaması, bizi özgür bırakması şeklinde yorumluyor. Bir bakıma doğru. Çünkü “şiirde her şey doğrudur.” Fakat sözlerin bir de zaman içinde kazandığı tarihsel ve kamusal bir hayatı, bir kaderi vardır. Bu bakımdan insanın sürekli acemilik peşinde koşmasında donma, katılaşmaya karşı haklı korkusu kadar sorumluluk alma, fedakârlık yapma, rahatından olma korkusunun da payı olduğu pekâlâ söylenmelidir. Turgut Uyar “Efendimiz Acemilik” diyerek, ustalığından istifa ettiğimiz eski dünyanın ve bir türlü ustası olamadığımız yeni dünyanın arasında bocalayan biz Türklere “biz artık bir şey aramıyoruz, sadece akışta ve arayışta olmak istiyoruz” şeklinde şairane bir mazeret teklif ediyor. Tüm iyi niyeti ve tüm yanılgısıyla.

Tanzimatçıların ve cumhuriyetçilerin Batı karşısında yakalandığı aşağılık kompleksinden sıyrılmak, -mış gibi yapmamak teklifi dürüstlük nişanesidir; fakat bu teklif, bırakın kendisi gibi olmayı, kendini tanıyamaz hâle getirilmiş bir toplumun kimlik sorununu ve bunun sorumlularının hesap vermesi mecburiyetini ortadan kaldırmıyor. Enis Akın yapıçözüme uğratılıp bilinçli olarak sahiplenilmiş bu acemiliği övse de bunun Türk toplumuna çıkış yolu sunmadığı açıktır. Zaten tarih de hiç Uyar’ın umduğu gibi evrensel değerlerin hâkim olduğu bir doğrultuda akmamıştır. Bu farkı fark eden gerçekçi takipçilerinin gözünde Turgut Uyar’ın alımlanışı evrenselci okurlarınınkine benzemez. Evrenselci okurlar “tel üstündeki cambaz”ın ironik durumsallığına dikkat kesilir ve genellikle metnin şairane mantığına hapsolurlar. Cambazın yüz yıl sonra da aynı tel üstünde olacağını kabul ederler. Uyar’ın gerçekçi okurları ironik durumsallığın yanına tarihsel sürekliliği de koyar. Böylece şairin kendini de evrenselci yorumlarını da tashih edecek biçimde “açarak, boyutlandırarak, yabancılaştırma efektine başvurarak” okur metni. “Efendimiz Acemilik”, “Çıkmazın Güzelliği” gibi paradoks ifadelerin olduğu gibi kabul edilmesinin sebep olacağı zihin karmaşasına işaret eder gerçekçi okur. Uyar bile kendi tanımladığı manada sonuna kadar “acemi” kalamamışken, hiç de güzel bulmadığı bu dünya çıkmazından bir an önce çıkıp gitmek istemişken evrenselci yorumcuların kraldan çok kralcı tavrı dönüp dolaşıp şiiri ve düşünceyi vurmaktadır. Hâlbuki gerçekçi okurlarının gözünde paradoks ifadeler Turgut Uyar’ın pozisyonunu açıkça yansıtır. Uyar tarihsel problemlere gözlerini kapamaz ama çözümle veya çözümlemekle de ilgilenmemektedir. Sorunun karmaşıklığını ifade etmekle yetinir. Önerebileceği tek şey paradoksunun şık formülasyonundan ibarettir. Uyar “kararsız ama kalıcı” olduğunu varsaydığı bu dengenin sürüp gitmesiyle, yani İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyasının sallantılı ama insanı “bütün mümkünlerin kıyısında” hissettiren atmosferinin korunmasıyla, neredeyse “hepimizi vakitten kurtaracak” bir tür tarihüstülükle ilgilenmektedir. Dehâsının zirvesinde olan her şair rüyanın sürmesini istemez mi? Uyar’a göre olan olmuştur, hiç olmazsa bundan sonrasını kurmak için evrensel bir sıfır noktasına, “bir ilkel eşitliğe” kadar inilmelidir. Buna mukabil aynı yıllarda Karakoç “Bu dünyada olup bitenlerin / Olup bitmemiş olması için / Ne yapıyorsun” diye sormaktadır. Bir şair bu soruyu sorabildiği kadar İkinci Yeni’nin ötesine (bulvardan metropole) geçebilir.

Enis Akın’ın Geyikli Gece’yi İstiklâl Marşı’yla ilişkilendirdiği noktaya gelelim: Korku bahsine. Tanzimat'tan beri her günü türlü korkuyla zehirlenmiş bir toplum Türk toplumu. Eskiyi kaybetme korkusu, eskiden kurtulamama korkusu, yeniyi yakalayamama korkusu, yeniye kabul edilmeme korkusu; işgal korkusu, bölünme korkusu, asimilasyon korkusu, izmihlâl korkusu derken işlerin gelip İstiklâl Marşı’ndaki “Korkma!” nidasına dayandığını biliyoruz. 23’ten sonra görece durulan toplumun 50’li yıllarda yeniden çok daha şiddetli bir değişim hummasına yakalanmasıyla hortlayan korkulara Uyar’ın Geyikli Gece'deki ilk iki dizeyle mukabele ettiğini keşfetmiş Enis Akın. Fakat keşfetmesiyle kaybetmesi bir olmuş! Kaybetmesine sebep Uyar’ın hayata ve sanata karşı takındığı tavırdır. Bazı benzer tavırlara, kabullere sahip olduğu için Enis Akın da ustasının düştüğü naif yanılgıya düşüyor. “Hâlbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta” dizesinin sağ ve solun tarihsel korkularını teskin ettiğini, dizenin bilhassa İstiklâl Marşı’yla özdeşleşen o nidaya cevaben söylendiğini, nesiller boyu süren travmayı hayranlık verici bir sükûnetle çözüme bağladığını söylüyor.

Acemilik bahsinde söylediğimiz gibi: Turgut Uyar bir çözüm, çözümleme insanı değildir. Politik meselelere hiçbir zaman duyarsız kalmamakla birlikte bunları ele alırken -muhtemelen tipik bir solcu sanılmak kaygısıyla- pasif agresif yahut konformist bir tutum benimsemiştir. Geyikli Gece’nin yazıldığı günden bugüne kadarki yakın tarih şairi doğrulamamaktadır. Korkulacak şeyler azalmamış, bilakis hep artmıştır. Başta naylon olmak üzere. Naylonu korkulacak hadiselerin yanı başımızdaki habercisi değil modernleşmenin küçümsenecek türediliklerinden biri olarak gören şair en baştan yanlış bir tarih yorumuna sapmış, okurunu da saptırmıştır. Enis Akın, ustasının hatalı mantık yürütmesini (her şey naylondandır, öyleyse korkulacak bir şey yoktur) toplumdaki yaygın mantıksızlığa son verebilecek bir üst mantık olarak görmektedir. Muhtemelen Akın’a göre tam da bu sebeple, bu yeni mantığın kabul edilmemesi sebebiyle korkular artmıştır. Ne şiirin yayınlandığı yıllarda ne de bugün kimse çıkıp şu soruyu sormuştur: Asıl korkutucu olan her şeyin naylondan olması değil midir? Etrafımızı sahteliğin kuşatmasına karşı şairin yeni mantığı ne önermektedir? Aşk, umut, alkol ve kaçış mı? Naylonlaşmayı önemsiz görmesine sebep olan özgüvenin kaynağı nedir? Yahut kinayeli yaklaşmasının sebebi? “Neonlar ve teoriler ışıtamaz yanını yöresini” diyerek şair Geyikli Gece’sini kem gözlerden koruyabileceğini umuyordu. Uyar, aktüel sorunlar karşısında sürekli aksiyonu öneren tipik bir solcu olarak görünmemek uğruna sapla samanı epey karıştırmıştır. Hâlbuki önünde üçüncü bir yol daha vardı. Naylonlarla neonları öte yana, Geyikli Gece'yle teoriyi beri yana koyabilseydi bugün bambaşka bir Turgut Uyar konuşuyor olabilirdik. Yıllar sonra İsmet Özel’in “Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata / görmedim orda çinko damlar ve plastik sürahilerin tanrısını” deyişi şiir sanatı açısından öncü bir tavırdı belki ama hakikat bakımından toplumda çoktan büyük bir erozyonun yaşandığının, yani gecikildiğinin itirafıydı aynı zamanda. Post-truth’tan 2000’lerde değil naylon ve neonların hayatımıza girdiği yıllarda bahsedebilmeliydik, bunun theoria’sını kurmaya girişmeliydik. Aslında eşiğine kadar gelinmiştir. İkinci Yeni’nin gücü ve zaafı da buradadır. Küçük adamın dünyasını geçip büyük bir eşiğe varabilmek ama orayı aşamamak. Bugün post-truth lafı dahi eskidi, epridi ama biz hâlâ İstiklâl Marşı’ndaki “Korkma!” nidasının gücüyle ayakta duruyoruz. Bunun “mantıklı” bir açıklaması yok. Ortaçağın derinliklerinden kopup post-modern çağa kadar aynı karakteri koruyarak ulaşabilen yegâne kimliğin Türklük oluşu onu hem kendisi hesaba katılmadan işlerin yürütülemeyeceği hem de bütün hesapları alt üst eden bir millet mevkiine taşıyor. Ve bu kimliğe layık olan şiirin “kendinde şey”likten çıkıp “kendi için şey” olması, gürleşmesi şartını getiriyor. Şairin yeni mantığı Türklük olmalıdır, hazcı hümanizm değil.

İşte Turgut Uyar da küçük adamın şiirini bırakıp insana tarih, coğrafya, din, felsefe gibi büyük kavramlar ışığında bakmaya yöneldiğinde kendi şiirine ve modern şiirimize bir gürlük getirmişti. Fakat Uyar söz konusu meseleleri öyle soyutlayıcı, öyle hümanist bir bakışla yorumladı ki sonunda kavramlar tarihsel yüklerinden boşaldı. Geriye içinde sadece bir kadın ve bir erkeğin yaşadığı, balta girmemiş ormanların derinliklerinde gömülü bir fantazya diyarı kaldı. Turgut Uyar’ın bazen özerklik/bağımsızlık tutkusu, bazen çekingen ve ketum mizacı, bazen bilgi yetersizliği, bazen de sınıfsal ön kabulleri sebebiyle varamadığı gerçekçi ve bütüncül dünya tasavvurunu vaz etme görevi 60 kuşağına kaldı bu yüzden. 60'ların ortasından sonra dünyanın ve Türkiye'nin seyri savaşkan bir karakteri gerektiriyordu ve bu İkinci Yeni şairlerinin hiçbirinde yoktu. Aksine, 60’lardan sonra giderek daha sızlanmacı, hazcı bir sanata evrildiler. Kendi insanından değil mücerred bir insan kabulüyle hareket etmesi 50’lerin varoluşçu atmosferinde Uyar’a ne kadar avantaj sağladıysa 60’ların devrimci atmosferinde o kadar ayak bağı oldu. İkinci Yeni, Karakoç'un tabiriyle bu yüzden “bulvar” olarak kaldı, “metropol”e dönüşemedi. İsmet Özel ise bu tıkanmayı “esas arayıcı çalışmaya girilmemesi” olarak tarif eder. Enis Akın bu sözle kastedileni anlayamadığını söyler nedense. Ustası gibi modernliğin sonsuzluğuna (tarihin sonunun geldiğine?) inandığı için olsa gerek “şimdi ve burada yapılması gerekenler” kategorisini sanat adına anlamsız yahut muğlak bulmaktadır. Hâlbuki bütün “korkusuzluğuna” rağmen Uyar bile 60’ların ortasından itibaren politik tonu belirginleşen şiirler yazmış, bir bakıma Geyikli Gece’yi kendi elleriyle (ama sessizce) cerh etmek zorunda kalmıştı. Hele 70’lerde “başarısız boktan bir kış geçirdik / kanımız bile doğru dürüst akmadı / bir sürü çocuğu öldürdüler” diyen şairin Geyikli Gece’deki iyimserliğini koruduğu hiç söylenemez.

Kişisel ama buraya kadar söylediklerimi daha anlaşılır kılacağı ümidiyle bir not eklemem gerekiyor: 21 yaşımda, 2002’de, Huruç dergisinin ikinci sayısında yayınlanan Avrupa Birliği’ne Hayır! adlı şiirimin arketipi Geyikli Gece idi. Temel bir farkla: O şiirin önerdiği yok-diyara ben bir karşı-alanla cevap vermek istemiştim. Fantazyaya karşı tarihle. İki şiiri karşılaştırmalı okuyanlar itirazları, dönüştürmeleri, paralellikleri kolayca görebilirler. Bu karşı-alanlardan üçü diğerlerine göre daha aşikârdır. İlki, Uyar’ın kaçış ve erotizm çağrışımı yüklü tüylü geyiği bende korumacı bir anne geyiğe dönüşmüştü. İkincisi, benim cambazım anne geyiğin boynuzları arasına gerili bir ipte yürüyordu ve tehlikedeydi. Ve üçüncüsü, şiirde İstiklâl Marşı’ndan bir mısra alıntılayarak Uyargillerin nesiller boyu süren hümanist tavrına karşı safımı belli etmiştim. Ne o zaman ne sonrasında birileri benim metnimle Geyikli Gece arasında bağlantı kurdu. Bunu bizzat yapmak zorunda kalmam beni utandırıyor ama meselenin gayrişahsi olduğunu bildiğim için içim rahat. Geyikli Gece’nin salt bir konformizm olumlamasından, yaşamanın kutsanmasından ibaret olmadığını; arka planda şairin kaçındığı ve kaçtığı bir travma, bir yıkım olduğunu o zaman sezmiştim. Mezarlıkların içinden ıslık çalarak geçiyordu Turgut Uyar. “Korkuyu bastırmak” gayet insanî bir davranıştı ama en “acemi” şairin bile bazı yükümlülükleri vardı. İçimden yükselen itiraz şairin sorumluluk alanından bile bile kaçışına, üstüne üstlük bizi egzotik bir fantazyaya çağırmasınaydı. Uyar için dönüm noktası olan Geyikli Gece daha ilk dizesinden bizim için de bir dönüm noktasını imliyor, görebilenlerin gözünde okuru bir yol ayrımına zorluyordu. Fakat yol ayrımının en tuhaf yanı şuydu: Avrupa estetiğinin çok üzerinde bir seviye tutturmuş olmasına rağmen bugün Geyikli Gece’nin girebileceği, girmek isteyeceği, seve seve kabul edileceği tek yer yine Avrupa Birliği’dir. Bizse şiirimiz ve değerlerimizle fevkinde olduğumuzu bildiğimiz Avrupa’nın bırakın kendisini, Türkiye’deki acentelerine karşı bağımsızlık mücadelesi vermek durumundayız. Hâlâ.

Toparlayalım: İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur. Turgut Uyar küçük adamın şiirini yazdığı gençliğinde “kadının ve bedenin dirimi”nden başka bir şeyle uzun boylu ilgilenmemiştir. Politik kavgaların ayyuka çıktığı orta yaşları atlattıktan sonra yaşlılığına doğru yine aynı dirim izleğinin peşine düşer. Başladığı yere döner. Uyar’ın bütün şiir serüveni cennet ehli Âdem-Havva’nın ilk günlerine dönmek arzusu üzerinden okunabilir. Ahirete (hesaba) doğru değil ezeliyete (masumiyete) doğru gitmek ister. Bütün şiirlerine adını veren Büyük Saat şiiri bu arzunun, tarihi geriye doğru kat etme arzusunun ifadesidir. Tarihi bir olmaz akış gibi / Oh sanki evrenin en son gecesini yaşadım / Sanki dinozorlar ve ben ve en hızlısı öbürlerinin / Bir ilkel eşitlikte buluştuk. (Evrenin kendi kurduğu gecesini.)” der. Sonraki satırlarda bir şekilde gelmiş bulunduğu dünyada nelerle, kimlerle karşılaştığını uzun uzun sayıp döker ama her bölüm sonunda acelesi olan, gitmeye gelmiş bir yolcu gibi sorup durur: “Saat kaç?.. Saat kaç?” Kitaptaki son şiiri Binlerce’de de aynı geri dönüş izleğini takip etmesi tesadüf değildir. “Öykülerin öyküsü”ne döner: Yarınsız ve dünsüz bir mekân (cennet), bir adam (Âdem), bir kız (Havva), bir meyve (ödül) ve bir meyve kurdu (ceza)! Şair binlerce pazartesi yaşamıştır, dünya onun için pazartesi demektir. Sigara içen, yani tasalı bir adamı hatırlamaktadır. Ve dizaltıyla bir kızı. Şair yediği kirazı da hatırlar ve içinden çıkan kurdu. Dirimin ve ölümsüzlüğün sembolü kiraz ve onu içinden kemiren kurt ikilemi Uyar’ın hayat felsefesini özetler. Kurtlu kirazı istemez. Bir başka dirimci Karakoç’ta ise kirazlar ve kurtlar daima hayata, kader planına ilişkindir: “Ağaç delen kuş / Kiraz yiyen kurt / Üzüm ezen kaplumbağa / Diriliş uygarlığına küçük çile katkıları” der Karakoç, felsefî olanla politik olanı bağdaştırmak ister. Uyar’da kiraz ölüm-dirim paradoksunun sembolüne dönüşmüştür; “korkacak bir şey yok” deyişi paradoksun sorgulanamazlığına inanmasındandır, bu yüzden politikayla felsefeyi gücü yettiğince ayrı tutar. Politikayla felsefenin, kurtla kirazın ayrılamayacağını anladığında paradokstan çıkıp kozmosa dönmek ister artık. O yarınsız ve dünsüz güne dönmek, iç kabartan dolgun hazlarla yüklü akşamını tatmak ve bir oh çekmek. Kimseye kozmosun yolunu öğretmekle ilgilenmez. Tek kişilik, olsa olsa güzel ve anlayışlı bir kadına yer açabileceği iki kişilik bir evrendir onunkisi. Tarihsel şartlara göğüs gerecek, sosyal sorumluluklar yüklenecek biri değildir; bu hususta her zaman dürüst davranmıştır. Yoksa şiir toplamını neden şu mısralarla bitirsin:

 

kimsenin soyunu sopunu bulmak görevim değil

kendi öykümü düzenlemek yetiyor bana

güzel bir öğle vakti

eski güzel bir akşamı hatırlayarak

sonra dopdolu şeyler

damacanalar gibi

içim kabarıyor

 

sonu olsun diyorum

neyin sonu ama

hiç değilse bu taş basamakların

 

Muhammed SARI (12 Muharrem 1447 - 7 Temmuz 2025)

MİTLER, KÜLTLER, HAYALETLER

“Bir mite karşı en iyi silah belki onu yeniden mitleştirmektir, 
daha doğrusu yapay bir mit üretmektir.” 
Roland Barthes

En zekimiz hâlâ devlet. Binlerce uzmanın desteğiyle on binlerce alanda eşgüdümlü muhakeme yürütüp kararlar alabilen ve uygulayabilen tek organizasyon, tek organizma o çünkü. Bir tür süper yapay zekâ. Sözlerimde kinayenin k'si yok, samimiyim. Yapay zekânın gelip geleceği nihai nokta budur zaten: devlet olmak. Takriben 17. yüzyılda icat edilmiş hâliyle tanıdığımız modern devlet. En zekimiz devlet ama en akıllımız o değil. Akıl sahibi olmak beşeriyetten insaniyete terfi edebilmiş, ahlâkî mesuliyetini müdrik ferdlerin vasfıdır. 

Zeki ve çevik bir devletimiz var. Bu sıfatları hem sözlük anlamları bakımından birbiriyle bitişik algılıyoruz hem de Mustafa Kemal’in vecizelerinin birinde geçtikleri için. Elbette daha çok ikincisi yüzünden. İşte 80’lerde, 90’larda hantallık ve kalın kafalılıkla itham edilen devlet, vecizenin hakkını verircesine 2000’lerde bariz bir zekâ ve çeviklik sıçraması gerçekleştirdi. Sıçramaya da devam ediyor. Daha dün, Cumhurbaşkanı Erdoğan TBMM’nin açılışını haber veren 1920 tarihli telgrafı paylaşarak bir haftadır Türkiye’yi meşgul eden karikatür dalgasının üzerine çıkıp sörfünü ve şovunu yaptı. Bu fırsatları çok iyi değerlendirmesinde seçmen kitlesinin kolay yönetilebilirliği mi yoksa Erdoğan’ın manevra kabiliyeti mi daha büyük pay sahibidir, kararı siz verin. Telgrafın içeriğinden hareketle Türkiye’yi kuran esas iradenin İslâm olduğunu vurgulaması, son yirmi yılda Müslümanların sekülerleşmesine AKP’nin sebep olduğu yolundaki eleştirileri bir anda unutturdu. Unutturdu çünkü Erdoğan son derece duygusal bir kitleyle iş yaptığının farkında. Seçmenlerin onunla ve partiyle ilişkisini “küsme, barışma, kızma, affetme…” üzerinden yürütmesi her şeyi açıklıyor zaten.

Telgraf vesilesiyle daha önemli bir husus öne çıktı: Mustafa Kemal kültünün yeniden ve yeniden ve yeniden restorasyonu. Erdoğan 1920’lerin sarı paşasından alıntı yaparak seçmen kitlesi gözünde bir taşla iki kuş vurmuş kabul ediliyor: Hem Kemalistleri Mustafa Kemal’le susturduk hem Mustafa Kemal’i kendi sözleriyle temellük ettik diye düşünüyorlar. Bir yönüyle haklılılar. Peki aynı muamele Erdoğan’a yapıldığında da enteresan sonuçlar çıkmaz mı? Selamet’li çağlarda, Refah’lı dönemlerde, Saadet’li yıllarda, Fazilet’li günlerde hep başka başka Erdoğanlar yok muydu? Tek başına iktidar olduğu Adalet’li şimdilerde bile en az üç ayrı Erdoğan portresi görülmedi mi? Tabii ki görüldü. Fakat soru(n) şu: Erdoğan’ı bunlarla vurabilir misiniz? Amacınız akıl ve ahlâk savunusu ise üzgünüm, bu argümanlar işinize yaramayacaktır. Ancak amacınız rant ve ikbalse, yani siyasal zekânızı göstermek istiyorsanız başka! Söz konusu Erdoğanlardan istediğinizi istediğiniz bağlamda ve tekrar tekrar kullanabilirsiniz. Nasıl olsa Erdoğan bu portrelerin her biri ve hiçbiridir. Siyasal dokunulmazlık mevkiini ele geçirmiştir bir kere. Aynı Mustafa Kemal gibi. Onu da istediğiniz bağlamda, tekrar tekrar kullanabilirsiniz. 1920’nin Mustafa Kemal’i bir hayalettir, kendisini 1923’ten sonra bir daha gören olmamıştır. Erdoğan’ın getirmek üzere olduğu düzenin haklılığını hayaletler üzerinden devşirmek istemesi zekice; çünkü hayaletleri yakalamak da hayaletlerden kaçmak da imkânsızdır. 

Hayaletlerle işbirliği kolay olmadı elbet. Devletin gözünde iyi hayaletler ve kötü hayaletler vardı. Örneğin 15 Temmuz’a kadarki süreçte AKP’den tek parti dönemine yöneltilen bütün eleştirilerin muhatabı ferd olarak İnönü, kurum olarak CHP idi. Kötü hayaletler bunlardı. Ne doğrudan ne dolaylı biçimde Mustafa Kemal ve icraatleri eleştiriliyordu. Aslına bakarsanız bu ayrım AKP’nin siyasal atası sayılan Necip Fazıl’dan beri yapılmaktaydı. Kısakürek’in sayısız metninde, konuşmasında Mustafa Kemal ve dönemi hep “Gazi Hazretleri” sıfatının yaldızlı ve meşrulaştırıcı etkisi eşliğinde anılır iken İnönü’nün ne sağırlığı kalmıştır ne hayınlığı ne iş bilmezliği. Mustafa Kemal ile Kemalistleri ayrı tutarak bir tür “böl-yönet” politikası izlemiştir siyasal İslamcılar. 15 Temmuz’dan sonra devletin yapısal dönüşümüne eşlik edecek yeni bir retoriğe ihtiyaç duyulmuştur. Bu retoriği “ortak değerler” sloganıyla özetlediler. Yeni muktedirler artık Mustafa Kemal arketipinin gölgesine sığınarak fakat bu kez “birleştir-yönet” politikası izleyerek rejimlerini kökleştirme yoluna girmiştir. Ekim 2024’te dillendirilmeye başlanan “iç cephenin güçlendirilmesi” de bu yeni retoriğin bir parçasıdır. Tek parti dönemine yönelik eski retorikte “eleştirilen ile korunan” ayrımı yapılırken 15 Temmuz’dan sonraki retorikte “bağdaştırıcılık” ilkesi öne çıkarılmıştır.

Dedik ya, en zekimiz devlet diye. İşte böylesi buluşlarıyla gösteriyor keskin zekâsını. “Ortak Değerler...” İki kelime de son derece olumlu, sıcak çağrışımlara sahip. Ne de olsa akl-ı selim sahibi hiç kimse “ortak” addedilen ve “değer”li bulunan hiçbir şeye kem gözle bakamaz; ama bakarsa kamuoyu nazarında karalanması kolay olur diye düşünüldüğü besbelli. Her zamanki muğlaklığıyla, içi her duruma uygun biçimde doldurulabilmesiyle bu yeni retorik Mustafa Kemal ismi altında Erdoğan’a, Türkiye Cumhuriyeti ismi altında başkanlık sistemine siper olmuş görünüyor. Tarihsel figürler güncel figürlerin korumasına alınırken güncel figürler de tarihsel figürlerin meşrulaştırıcı hâlesinden faydalandırılıyor. Zaman zaman Anıtkabir’den fotoğraf atan veya Mustafa Kemal’i öven başörtülü kızlara gösterilen tepkinin bugün artık hiçbir sosyal yaptırım gücü yok; çünkü devlet AKP eliyle bu fotoğrafı bizzat çekti ve çoktan “like”ladı bile. Bitti o iş. Düşünün, Leman dergisi müptezellerinin linç edilmesiyle TBMM’nin 1920 tarihli açılış telgrafının yayınlanması arasında sadece birkaç gün var. Telgrafın yayınlanmasıyla iklim değişikliği kanununun meclisten geçirilmesi arasında ise birkaç saat. Görüntüler yan yana, art arda ne kadar hızlı getirilebilirse algıda birbirini o kadar iyi tamamlıyor veya perdeliyor.

15 Temmuz’dan sonra AKP’li arkadaşlarıma şöyle demiştim: “Hepiniz ortak değerlere (!) ikna edilene kadar süründürüleceksiniz. Ama bir kez cân u gönülden ikna olduktan sonra yaşayıp yaşamamanızın sistem açısından pek önemi kalmayacak. Çünkü içiniz boşaltılmış; tarihsel, kültürel ve politik iddialarınızın tümünden istifa ettirilmiş olacaksınız.” İçi boş şahıs kültleri karşısında içi boşaltılmış kitleler… Yönetmek için ideal. 

Muhammed SARI (8 Muharrem 1447 - 3 Temmuz 2025)

TUTUNACAK BİR DAL

Kir her yerde. Hepimizin türlü noksanla malûlüz. Hepimizin hayatında az çok kir var. Ve kirin olduğu her yerde bilin bakalım kim var? Devlet! Sözlüklerdeki bütün tanımlarını aşan ve aşındıran etkinliğiyle devlet. Haber alma devleti. O devlet ki 1945’ten sonra kirli bilgiyi ve bilgi kirliliğini kullanarak önüne çıkan her şeyi silip süpürmektedir. Haber alma servislerinin servis ettiği haberlere güvenen herkes bu çamur selinden payına sıçrayanı almıştır. Sıcak para gibi “sıcak gelişmeler” de tarihsel karakterimizin bütün granitini pelteleştirdi. Bilgilendirildikçe kirletildiğimizi fark edemeyecek hâldeyiz. Çünkü kirliliğin kaynağı olan siyaset aynı zamanda haberlerin de kaynağı.

Siyaset ehli güvenilmezdir. Getirdikleri haberler de. Müslümanlar siyaset içinde, siyasete karşı âgâh olmak zorundadır. Siyaset ehli değiliz, esasen siyasetteki mükellefiyetimiz siyaset ehlinin şerrinden, onların getirdiği haberlerden Müslümanları korumaya matuftur. Son birkaç yüzyıldır, özellikle de Tanzimat’tan beri siyaset yapmanın Müslümanlar açısından kazandığı anlam müdafaadır, zihin bariyerlerini savunmaktır. Günü gelince siyaset nefsi müdafaa dairesinden çıkıp âleme nizam verme manasında vüsat kazanabilir, ideal durum da budur zaten. Fakat bugün izzet-i nefsimizi müdafaa anlamındaki siyasetin gereğini yerine getirmedikçe yarın âleme nizam vermek ham hayalden ibaret kalacak, bizi hepten savunmasız bırakacaktır. Yarının hakkı bugünden verilir. Haber-eylem bütünlüğü bizi evvela bugüne fırlatır. “Bugün Allah rızası için ne yaptın?” sorusu hâlâ en esaslı sorudur.

Ahali yirmi dört saat “ajans” dinler, bildirim alır fakat olan bitene en geç uyanan da odur; çünkü haberlerden süzdüğü şey kirletilmiştir yahut salt kirdir. Devlet “kirin bilgisi”ni daima kendine saklar, ahalinin payına kirli bilgi ve bilgi kirliliği düşer. Ahali haberi haberden ibaret bilir, bir haberin neyin habercisi olduğunu aklına bile getirmez. Haber ile kaynağın bitişik varoluşunu kavrayamaz. Haberin habere bakılarak değil haberciye bakılarak değerlendirilmesi gerektiğini bilemez. Haber alma servislerinin servis ettiği habere de nebilerin haberlerine de aynı dikkatsiz nazarla bakar. Neden olukların birinden nur birinden kir aktığını sorgulamaz. İstihbarî haberi bugünün hâkimi sayarken nebevî haberi belirsiz bir yarına öteler. Hâlbuki sahih haber, vuku bulmuşluğu içinde bir nüve gibi taşır. Sahih haberin kipi hep “şimdiki zaman”dır, onu işitenler olacakları eli kulağında bilmelidir. Fakat bir haber sahih de olsa ahalinin idrakini aştığında dedikodu veya iftira muamelesi görür; o iş tahakkuk ettiğindeyse artık konuşulacak bir şey kalmaz. Daha doğrusu, ortada artık bir haber kalmadığından konuşulacakların zemini ve seyri değişir. Vuku bulan bulmuştur. Şimdi en azından, vuku bulanda saklı duran yeni haberlere uyanmaya çalışmalıdır. Bugünü doğru anlaşılmayan bir yarının kimseye faydası olmaz.

Yarın deyince ne anlıyoruz? Her şeyin vuzuha kavuşacağı, gerçeklerin ortaya çıkacağı o muhayyel günü mü? Mesela hakikatlerin önünde sonunda ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır diyenler bize sabrı mı tavsiye etmiş oluyor? Hakikatlerin şimdi ve burada değil de gelecekte anlaşılacağı fikrini kendimize yakın buluyorsak şu iki şeyi peşinen kabul etmişizdir: 1. Hakikatseverlerin bugünü yok, yarını vardır. 2. Hakikat düşmanları için yarın diye bir şey yoktur, bugün onların inhisarındadır. Yarın fikri ezilenleri, mağdurları, mahkûmları hayata tutundurur. Bu tutunuşun bir züğürt tesellisi olup olmadığı ilk elde pek önemli değildir. Tutunabilmektir ilk mesele. Yarın diye bir şey yoksa insanlarda adalet ve umudu kökleştirmezsiniz. Öte yandan, yarın gelecek adaletin adalet olmadığı da söylenir. Yarına gecikmişlik, bugüne vakitlilik atfediyorsak intikamla adalet arası çok ince bir çizgide yürüyoruzdur. Yarından emin, bugünden ümitsizsek başımıza gelenlere müstahakız, hâlimizi değiştiremeyeceğiz demektir. Görüldüğü gibi hayatı ve idraki kiplere bölmek hiç de kolay değil. Öyleyse ne yapacağız? Mesela işleri Allah’a havale etsek nasıl olur? İşleri Allah’a havale etmek yarına havale etmek gibi bir anlam taşıyor nedense. Ben sözün bu kasıtla kullanılmasını doğru bulmuyorum. Bir meseleyi gerçekten Allah’a havale edebildiğimizde onu icabet bakımından “şimdi ve burada”ya havale ettiğimize inanıyorum. Allah kuluna hemen cevap verir. Cevabın mahiyeti ayrı bir bahistir.

Sahih haberden, temizlikten ve adaletten yana olanlar “şimdi ve burada”yı ihmal edemez, tüm zamanları “şimdi ve burada” yardımıyla kavrar. Geçmişi hatırlayabilen, bugünde canlı kalabilen, yarınlar için karar alabilen ferd, haber alma devletinin korkulu rüyasıdır. Bu yüzden haber alma devletinin amacı, insanları dünü ve yarını olmayan bir bugüne (kirli bilgiye ve bilgi kirliliğine) hapsetmektir. Dünya ne kadar tekboyutlu bir bugüne ayarlı kalırsa onlar için o kadar iyidir. Hatırlamayı imkânsız kılabilirlerse kararları da elimizden alabileceklerini; bizi önü arkası olmayan, “tutunacak dal”ı kalmadığı için tutarlılıktan mahrum bir bugüne sıkıştırabileceklerini biliyorlar. Hakikatsizlere bugünü dar etmeden dünü hatırlamanın ve yarını kazanmanın imkânı yok.

Muhammed SARI (3 Muharrem 1447 - 28 Haziran 2025)

SİZ İÇERİDEN, BİZ DIŞARIDAN

Keçecizade Fuat Paşa’ya atfedilen meşhur bir söz vardır. Bir görüşme esnasında Fransız kontunun “Osmanlının büyük zaafa düştüğü, yakında yıkılacağı aşikâr, neden kabul etmiyorsunuz?” yollu salvosunu “Hayır Kont! Türkiye en dayanıklı devletlerden biridir. Üç yüz senedir siz dışarıdan, biz içeriden yıkmaya çalıştığımız halde bir türlü yerinden sarsamadık!” nüktesiyle savuşturup taşı gediğine oturmuş. Nükte ilk tadımda gayet hoş, fakat biraz bekleyince ağızda zehir gibi bir tat bırakmaya başlıyor. Sizi bilmem ama bana kalırsa nüktenin hoşluğu bir zamanlar iç-dış diye bir ayrımın olmasından, tarafların belirginliğinden ileri geliyor. Nüktenin acılığı da aynı sebepten. Bugün küreselleşmenin aşındırıcı tesiriyle iç-dış ayrımının neredeyse kalmayışı, daha mühimi, içeridekilerin dışarı çıkarılıp dışarıdakilerin içeriye sızmaları kara kara düşündürüyor. İran-İsrail füzeleşmeleriyle şu sıra sıkça konuştuğumuz hava savunma kubbeleri ve İran’ın asıl içeriden vurulmaya çalışılması akıllara şu soruları getirdi: Türklerin kubbesi hâlâ yerinde mi? Nasıl oldu da kendi gök kubbemizi dışarıdan zorlar pozisyona düştük? Kubbeyi dışarıdan koruyalım derken içerideki yerlerin kimlere bırakıldığını biliyor muyuz? 

Bugünkü kültürel ve siyasal manzaramız, küresel teknolojik hâkimiyetin dayattığı entegre sistem prensibinin işleyişi sebebiyle kevgire dönmüş hâldedir. Hayatın hiçbir sahasında kendimize mahsus diyebileceğimiz bir renge, dokuya, motife rastlamıyoruz. İç bütünlüğü böyle lime lime edilmiş toplumların etkili yetkili kimseleri ülkelerini dışarıdan edindikleri elden düşme tezlerle savunabileceklerine inandırılmıştır. İzm’lerle olan kanlı maceramıza bakın. Türk varlığını nesneleştirmeden, ona aidiyetini paranteze almadan konuşabilen insan evladının sayısı yüz yılda bir elin parmaklarını geçmez. Öte yandan, içeride boş bırakılan mevzilere sayısız sızma operasyonu gerçekleştirilmiştir. Sızan unsurlar yerli, millî görünümlü tezlerin hep en ateşli savunucuları rolüne bürünmüşlerdir ki böylece manzara vahametten felakete doğru evrilmiştir. Kurşunları çalınan kubbe dışarıdan tezekle kaplanırken içeriden sökülen çinilerin yerine ucuz röprodüksiyonlar asılır.

Bizimki gibi toplumlarda dost-düşman mefhumları da eleğe dönmüş hâldedir. 27 Mayıs’a kadar ortak dış tehlikelere karşı iyi kötü el birliği edebilen siyaset kurumu, bu tarihten sonra bir yarılma görüntüsü arz eder. İçerideki yarılmanın ilk acı neticesi en kritik dış politika konularında bile söz birliği edememek olur. İç ve dış politika yarılmışlığı İkinci Dünya Savaşı’ından sonra denetlenen bütün ülkelerin başındaki bir dert. Öyle ki, herhangi bir ülkenin iç muhalefeti ile dost bir ülkenin iktidarının iş tutabilmesi 1945’ten sonra vaka-yı adiye hâline gelmiştir. Bir ülkenin iktidarının düşman bir ülkenin istihbaratıyla yakın çalışması da artık kimseyi şaşırtmıyor. Düşmanımızın dostu ve düşmanı, dostumuzun dostu ve düşmanı bizim neyimiz olur; bunu kategorik olarak cevaplamak hiç olmadığı kadar zor. 

Türk siyasetine bugün dost-düşman ayrımından ziyade muhterisler-kifayetsizler ayrımı yön veriyor. Bu da hem iktidarı hem muhalefeti kendi içlerinde sürekli bölünerek, çarpıklaşarak, tutarlılıktan uzaklaşarak var olmaya itiyor. Normal şartlarda böyle yapıların kendiliğinden silinip gitmesi beklenir, fakat 1945 sonrası küresel hegemonya tam da bu tür iletken mini yapılar sayesinde etkili oluyor. Diyeceğim şu: Kifayetsiz muhalifleri küçümsememek lazım; çünkü iktidarı alaşağı etmek için iç ve dış güçlerle en adi işbirliklerine girmekten çekinmezler. Muhteris muktedirleri gözümüzde büyütmemek lazım; çünkü rantlarını korumak için en sefil iç ve dış dalaverelere tevessül etmekten gocunmazlar. Yerleşik algı bu ikiliyi mücadele hâlinde görmeye sebep olsa da gerçek budur. Kâğıt üzerindeki tanımları gereği gerçekten zaman zaman birbirinin kanını da dökebilirler. Fakat ülkenin menfaati bahsinde birbirine düşman, kendi menfaatleri bahsinde birbirleriyle dost olurlar. Muhterisler ve kifayetsizler bilhassa foyalarını meydana çıkarma potansiyeli taşıyan ortak tehlikeler (millî bir odak, dürüst bir figür) karşısında birlikte hareket ederler. Bazen de eski statükonun tepeden tırnağa değişeceği kokusunu aldıklarında kolayca yan yana gelirler. Sık duyduğumuz “Ne yapalım, siyaset böyle bir şey!” sözü bu türden mide bulandırıcı ittifaklar, şok edici tokalaşmalar sebebiyle söylenir. Muhterisler ve kifayetsizler birbirinin veya herhangi birinin esastan dostu veya düşmanı olma onurundan mahrumdur. Onlar yalnızca menfaat ve tehdit algıladıklarında biçim kazanan amorf oluşumlardır.

Muhterisleri ve kifayetsizleri bugün dünya sahnesinde İran ve İsrail temsil ediyor. Fakat ikisinin de ortak noktası, kubbelerinin dışarıdan değil ancak içeriden gelecek bir saldırıyla yıkılabilir olmasıdır. Türkiye’deki muhterisler ve kifayetsizler de yıllardır böyle bir darbenin zeminini hazırlıyor. “Sırada Türkiye var!” çığırtkanlığı bu hazırlığın en açık psikolojik harp hamlelerinden biri. “Sırada Türkiye var!” sözü kamuoyu tarafından çoktan “satın alındı” bile. Dünyanın aklı başında hiçbir toplumu sırasını bekleyen kurbanlık koyun ağzıyla konuşmaz, kendi hakkında böyle konuşulmasına müsaade etmez. Bizdeyse tam aksine en yetkili ağızlardan bu tehdit her gün dillendiriliyor. Ahmaklık mı hıyanet mi siz karar verin. Osmanlı monarşisi “Osmanlı yıkılacak!” fikri normalleşmeye başladığı için yıkıldı. Cumhuriyetin durumu daha vahim. Cumhuriyet rejimi kendini en baştan bir yarılma, bir kopuş olarak tanımladığı için bugün bir tehdit anında güç devşireceği iç canlılıktan ve dış bütünlükten mahrum bir ara rejim derekesine düştü. Düşene vuran çok olur... Yıllar önce genç bir öğretmenken göstermelik bir cumhuriyet bayramı programı hazırlamam istendiğinde de içimde aynı huzursuz edici duygular uyanmıştı. Zorla getirilmiş, bitse de gitsek diye sabırsızlanan 15-20 kişilik idareci-öğrenci-öğretmen grubuna hitaben şöyle demiştim: “Ya herkes burada olmalıydı ya hiç kimse burada olmamalıydı.” 

Muhammed SARI (21 Zilhicce 1446 - 17 Haziran 2025)

KURBANLAR VE KAHRAMANLAR

“By-pass” tabirini Turgut Özal’ın Amerika’daki kalp ameliyatı vesilesiyle öğrenmiştik. Ablam by-pass’ı okul sözlüğünde bulamamıştı ama kelimenin ne anlamda kullanıldığını haberlerden az çok sökebiliyorduk. Yanılmıyorsam kelimeyi amcam açıklamıştı bize. Sonraki yıllarda bu kelime gazeteci milletinin de etkisiyle kısa sürede “by-pass etmek” fiiline dönüştü, gündelik dile girerek kullanım alanı hayli genişledi. Bugün TDK kelimeyi “baypas” şeklinde Türkçeleşmiş gösteriyor ve “köprülemek, devre dışı bırakmak” karşılığını veriyor. Kelimeler bir kez ıstılahî bağlamdan çıkıp hayatın ve mecazın konusu oldu mu çaplarının ne kadar genişleyeceğini kimse kestiremez. Bugün eski-yeni çatışmasının yaşandığı bütün bağlamlarda bu kelimeyi kullanabiliyoruz. Hatta baypas edeni güçlü veya gaddar, baypas edileni zayıf veya mağdur gibi algılıyoruz. Üniversitedeyken bu kelimeyle ilgili bende özel bir bağlam bile oluşmuştu. Amerikalıların “Turgut Özal köprülemesi”yle 12 Eylül rejiminin tıkadığı söylenen damarlara baypas uyguladığını, ülkenin can damarlarını liberalizme açtığını düşünüyordum. FSM köprüsünün açılışındaki mercedesli Özal çifti gözlerimin önünden gitmiyordu.

Menderes tıpkı Özal gibi, Erdoğan ise tıpkı bu ikisi gibi “baypas etmek” denince akla ilk gelen siyasî figürler. Türkiye ile Amerika arasındaki köprülerin çoğu bu siyasetçiler eliyle inşa edildi. Hâlbuki iki ülke arasında birçok doğal ve tarihsel engel vardı. Engeller aşılmak içindir diyorsanız siz de kendinizi dünyadaki liberal akışa kaptırmış sayılırsınız. Nitekim gövdenin sağlam yerlerinden alınan yeni damarlar kan akışını eskisinden daha güçlü hâle getirdi. Gövde siper edilememiş, “hayasızca akın”ın önü açılmıştı. Baypasçı siyasetin başarılı olabilmesi, daha önemlisi haklılığını ispat etmesi için bazı unsurların devre dışı bırakılması veya çoktan devre dışı kalmış olması gerekiyordu. Bu unsurların başında meclis ve istişare kurumları geliyordu. Baypas usulü Mustafa Kemal’den beri değişmedi. Belki Tanzimat’tan beri. Meşrûiyet ile hâkimiyet arasındaki köprüyü güçlendirmek kimsenin işine gelmemişti. Ne Müslümanların kendi işlerini kendilerinin görmesine fırsat verilmiş ne işbaşına gelmelerine izin verilmişti.

İdeal durum Müslümanların kendi aralarındaki kanalları açık tutması, dayanışma ve uyum içinde olmasıdır. Buna rağmen tarih boyunca Müslümanların birbirleriyle ölümüne rekabet etmelerini nasıl anlamalıyız? Sorunu sadece siyasetin kitleleri kendi çıkarları için manipüle etme kabiliyetiyle açıklayamayız. Müslümanlar arasındaki derin siyasî ayrılıklar genellikle İslâm’ı kavrayıştaki derin farklılıkların yansımasıdır. Örneğin Raşid Halifeler devrinde sahabenin siyasî tutum farklılıkları meşrep ve yordama müteallik olmuştur. Onları birbirlerini tekfir ederken değil, usûl ve üslûp bakımından sükûnetle veya hararetle ikaz ederken görürüz. Bu yolu terk edip halifeleri ve sahabeleri siyasî ve/veya şahsî saiklerle katledenlerin İslâm’ın dışına doğru adım atmaya yaklaştığını bilmemiz lazım. Çünkü istişare kalkınca ilişkilere en acımasız anlamıyla siyaset hâkim olur. Meclis kapanırsa “siyaset meydanı” kurulur. Emevîlerden bu yana dünyaya bakışımıza “siyaset meydanı” mantığı hâkimdir.

Meclis en hamiyetli, en kabiliyetli siyasetçileri bir araya getiren çatı olmalıydı. 1925’ten sonra bu hiç olmadı. Öyleyse -araya karışan bir avuç istisna hariç- vekillerin milleti temsilinden bahsedilemez. Fikirleri olmayan, olsa da sorulmayan bugüne kadarki on binlerce “vekil” 2018’deki sistem değişikliğinden sonra hukuken de baypas edilmiş oldu. 2018 hamlesi, farklı saiklerle de olsa 1925 hamlesini tamamladı. Meclis bir vakitler imkândı, şimdi bir ihtimal bile değil. Karar alıcılar ile millet arasındaki organik bağ zaten 1925’ten sonra sembolik bağa indirgenmişti. 2018’le son sembolik bağa da kastedildi. 

Bağa kastedildi ama hâlâ iki taraf var. Devlet ve millet birbirlerine katlanmak şeklinde de olsa varlıklarını sürdürüyor. Hâlbuki son yirmi yılda devlet-millet mesafesinin azaldığına, hatta kapandığına dair sayısız görüş serdedilmişti. Seçim sonuçlarına ve gündelik hadiselere bakarak bu izlenimi edinmek zor değil. Peki, bu görüşü savunanlar “millet meclisi”nin devreden çıkarılmasını nasıl açıklıyor? Cin fikirlilerin açıklaması şu: Devlet (yahut onu temsil eden grup) milletle doğrudan temasa geçmenin önünde engele dönüşmeye başlayan bir kurumu baypas etti! Talepler aşağıdan yukarıya daha hızlı, kararlar yukarıdan aşağıya daha etkin biçimde ulaşmaya başladı! Hızlı ve etkin olduklarına şüphe yok. Fakat neden çalışan veya çalışması pekâlâ sağlanabilecek tarihsel değeri haiz bir damara baypas yaptıklarına cevap veremiyorlar.

Recep Tayyip Erdoğan, Adnan Menderes’in yanlışlarını (?) yapmadığı için ve Turgut Özal’ın doğrularını (?) yaptığı kadar yoluna devam edebildi. Fakat şu da var: Tayyip Erdoğan, Adnan Menderes’in doğrularını feda etmek ve Turgut Özal’ın yanlışlarını kökleştirmek suretiyle tarih nazarında kendini geri dönülmez bir yola soktu. Bu da zaferinin bedeli oldu, olacak. Yanlış anlaşılmasın: Erdoğan’da ne kurban ne kahraman olacak göz vardır. Biz aynada kendimize bakalım. Nasibimizde yazan kurbanlık mı kahramanlık mı anlayalım.

Muhammed SARI (12 Zilhicce 1446 - 8 Haziran 2025)

HERKES HANGİ RUHU ÇAĞIRDIĞINA DİKKAT ETSİN

Mahkeme kararlarının alnında şu ibare yazardı: “Türk milleti adına!” Bu cümle ilk bakışta ruh çağırma ritüellerindeki gizemli sözleri hatırlatıyor. Çocukluğumuzun çizgi filmlerindeki “Gölgelerin gücü adına!” haykırışının da bu çağrışımda payı var elbette. Yargı(lama) gücünü elinde bulunduran kahramanımız bu söze ancak son çare olarak başvuruyordu, olur olmaz işler için asla kullanmıyordu. “Türk milleti adına!” alınlığı hâlâ kullanılıyor mu bilmiyorum. Kullanılmıyorsa da şaşırmam. 2002’den bu yana yaşananlar “Türk” ve “millet” kelimelerini o kadar çarpıttı, öyle törpüledi ki kullanılıyorsa bile içi boş bir serlevha olsa gerek. Hâlbuki hukukî bir hükmün keyfî ve mahreçsiz olamayacağına delil olarak bu ibare yeterdi. Bu memlekette doğru ve yanlış memleketin nomosuna (İslâmlığa) göre doğru ve yanlıştır, denmiş olunurdu. Bugün bir “göre”miz kaldı mı? Türk denen hayaleti gören işiten kaldı mı? Sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda herkes başka hayaletler nâmına ahkâm kesiyor, kurbanını o hayaletlere adıyor, o hayaletler adına para bastırıp hutbeler okutuyor. Çağırma seansları bittiğinde muhtemel ki hayaletlerden biri gelecek. Herkes gaipten neyi çağırdığına dikkat etsin.

Bir hayaleti ete kemiğe büründürüp beden sahibi kılan da siyasal bir güce dönüştüren de meşruiyet kaynağıdır. Hayaletler bir anlığına “varmış gibi” görünebilir ama varlığının şüphe götürmemesi için meşruiyetini ispat etmesi gerekir. Osmanlı en güçlü çağında dahi meşruiyetini gaza ve cihaddan alıyordu. Halkın bütün sıkıntılara rağmen ona itimadı da buradan kaynaklanıyordu. İşlerin yürümesi için meşruiyetin ve itimadın kaynağı -sureta bile olsa- aynı olmak zorundadır. Türk töresine göre “nâmına” hüküm verilen ile “uğruna” boyun eğilen aynı olmalıdır. Halk bugün olduğu gibi o zaman da nazarî tartışmalarla ilgilenmiyordu. Devletin başta (padişahta) ve sonra (kadıda) İslâm olup olmadığına bakıyordu. Böyle söyleyince halkın anlamazlığına, umursamazlığına imâda bulunduğumuz sanılmasın. En aşağı rütbedeki kadı, halkın gözünde “bile” edatıyla bile kızına kusur bulunamayacak evsafta biri olmak zorundaydı. Bu bakımdan halkın bir zamanlar yargı kriterlerinin çok yüksek olduğuna pekâlâ hükmedilebilir. Bu basit, yalın, acımasız kriterler sayesinde devlet hizada tutuluyordu.

Modern zamanlara geldiğimizde devlet yeni bir meşruiyet kaynağı, halk yeni bir itaat gerekçesi bulmak zorundaydı. Siyasi literatürümüzde meşrutiyetli, cumhuriyetli, tek partili, çok partili, darbeli, muhtıralı, koalisyonlu, ittifaklı gibi isimler alan bütün hercümerçlerin esas sebebi meşruiyet krizidir. Son yıllarda sıkça tartıştırılan anayasa, hiçbir zaman Türkler için bir meşruiyet kaynağı olma katına yükselememiştir. Gaza ve cihadın sağladığı meşruiyete kıyasla “anayasal meşruiyet” siyasal cebir hakkını ele geçirmiş olanların ürettiği ikincil bir çıktıdan, seküler bir teolojiden ibarettir. Devletin meşruiyet söylemi bugün “bir zamanlar yapmıştık, yaparsak yine biz yaparız”a kadar gerilemiş durumda. Fakat asıl sorun halkın artık bu söylemi satın alması, almak zorunda bırakılması, almak zorunda olduğunu sanmasıdır. Tüccarların icadı olan modern devlet geçimini sürekli “bir şeyler satarak” sağlamaya mecburdur, halk ise ayakta kalabilmek için iktisat etmek, sadece veya evvela hayatî olanı seçmek mecburiyetindedir. Alanın şu veya bu şekildeki rızası, zamanla satanı nimetten saymaya sebep oldu, oluyor. Türkiye’de devletin meşruiyet kaynağı ile milletin itaat gerekçesinin farklılaştığının anlaşılmaması, yani illüzyonun sürdürülebilmesi için muhafazakâr retorikler fasılasız şekilde devrede tutuluyor. Yapay zekâ destekli animatörler marifetiyle muhayyel devlet ve muhayyel millet el ele gösteriliyor.

Bütün beceriksizliklere, aksaklıklara rağmen illüzyon işe yarıyor. Çünkü seyirci bileti yansın istemiyor! Aktörler espri yapmadan kahkaha patlatmaya, aktris yüzünü asmadan ağlamaya hazır herkes. Hukuksuzluk ayyuka çıksa da halkın devlete atfettiği tarihsel değer hemen her defasında ayyukun üzerinden aşıyor. Minare kılıfa sığıyor, çünkü hırsız zorluk çekmesin diye mal sahibi minareyi dikerken kılıfını da bizzat diktiriyor. Devlete olan inancın milletin kendine olan saygısıyla ters orantılı konumlandırılmasını tartışamıyoruz bile. Bu yüzden yalanlar sinsice değil, gözümüzün içine baka baka söyleniyor. “Devletin bir bildiği vardır”dan ötesini bilmeyen, bilmek de istemeyenlerin memleketin mukadderatı hakkında söz sahibi olduğunu sanması, devletin bilgiye dayanmayan ve bilgi paylaşmayan yönetim tarzını pekiştiriyor. Devletin canına minnet! Fatih’ten beri böyledir zaten: Türkiye’de devletin temeli devlettir.

Türkiye’de devletin temeli devletse ve kimse bundan şikâyetçi değilse şizofreni hepimize bulaştığı içindir. Devletin kerametinin kendinden menkul olduğu kanaati bir kez yerleşti mi, bilhassa devlet içindeki kritik birimlerde şizofrenik yapılanmaların kapısı açılır. Her kritik birim kendi meşruiyetini kendi varlığından devşirdiğini düşünmeye, hatta zımnen veya açıkça bunu iddia etmeye başlar. “Kendine mahsus kanunu olmak ile “kanunda mahsus yeri olmak” birbirine karışır. 2002 öncesindeki düzen artıklarının “derin devlet”in varlığına inanması, işi ileri götürüp kendilerini “derin devlet” sanması, nihayet uluslararası güçlerin kuklası olduklarını acı acı anlaması veya hâlâ anlayamaması bu yaygın şizofreni sebebiyledir. Halk bu hususta daha korunaklıdır, çünkü bilgiden izole bir konumdadır. Halkı cehaleti korumaktadır! İhtilâl, iflas, işgal olmadıkça halkın bu bahislere uyanma ihtimali zayıflatılmış, uyanır gibi olsa bile bu bahislerde sağlıklı bilgilenme ve açıkça konuşma hakkı elinden alınmıştır. 

Korunaklı cehaletten kurtulmak, şizofrenik yapılanmalardan kurtulmak... Ruhumuzu kurtarmanın yolu buralardan geçiyor. Biz macera meraklıları gibi ruh çağırmıyoruz. Ruhumuzun sesini tekrar duymaya, duyurmaya çalışıyoruz. “Türk milleti adına!” bizim için gizemli ritüellerden alınma bir cümle değil, epik bir hitap. Tarihten gelip gaibe giden bu hitap cevapsız bırakıldığı takdirde meşruiyet ve hâkimiyet bahsinde bizi zillet ve mahkûmiyet bekliyor.

Muhammed SARI (6 Zilhicce 1446 - 2 Haziran 2025)

ESKİ SAVAŞÇILAR VESAİR

14 Mayıs 1950’deki ilk serbest seçimleri ne çoğunluk fikrinin kazandığı ne çoğulculuk fikrinin kaybettiği söylenebilir. Çünkü 27 Mayıs 1960 darbesi bu ayrımı anlamsız hâle getirmişti. Demokrasinin en göstermelik hâliyle bile uygulanmasına müsaade edilmeyeceği o gün belli olmuştu. O tarihten sonra çoğunlukçu sağ partiler içteki rey desteğini, çoğulcu sol partiler dıştaki pey desteğini ileri sürerek niceliğe dayalı bir siyasal hayat müsameresi oynadılar. Hesapçıydılar, sırlarını yıllarca sadece muhasebecilerine açtılar. Bu hesabîlik kendini en son 2018’deki 50+1 kuralıyla gösterdi. Sistem nicel olunca küçük, küçücük, minnacık partiler bile önem kazanıverdi. Çoğunluğu elde tutanlar kendini güvende hissedemedi. Eskiden, azınlıkta kaldıkları için nitelikten dem vurmalarına alıştığımız particikler bile virgülden sonraki küsuratlarıyla nimetten sayılır oldu. Demokrasiyi niteliğin hâkimiyetine aracı kılamayan, bilakis parmak hesabı üzerinden tanıyan bir toplumun bu tuhaflığa düşmesi kaçınılmazdı.

Çoğunlukçu tasarım dünyayı geniş bloklara ayırır, bölgesel ve kıtasal ölçekte birlikleri işaret eder. Çoğulcu tasavvur yeryüzünü sayısız renge boyar, siyasal hayatı bir halita gibi görür. Çoğunlukçular insanlık tarihinin başından beri siyasal ayrılıklar olageldiği gerçeğinin yansımasıdır. Diğer ifadeyle, ne kadar geniş birlikler tesis edilirse edilsin insanların tek bayrak altında toplanamayacağının ispatıdır. Çoğulcu harita ise insanların biyolojik, psikolojik ve kültürel farklılıklarını esas alır. Öte yandan bu verili farklılıklar mutlaklaştırıldığında toplum hayatını, giderek yeryüzünün esenliğini paramparça etme potansiyeli de taşır. Kategoriler yok sayıldığında kimliğin, mutlaklaştırıldığında kişiliğin zarar görmesi kaçınılmaz olur. Bir gün yeryüzünü uzaylılar, robotlar veya bunlarla aynı zihniyete sahip insanlar (!) topyekûn işgal etmeyecekse kategoriler varlıklarını bir şekilde sürdürecektir. 

Aklı başında bir siyasal oluşum hariçteki ve dâhildeki niceliksel dinamiklerin getirdiği fırsat ve riskleri kendi tekilliği/biricikliği lehine çözmeyi becerir. Çoğunlukçuluğun nerede adalet nerede zulüm olduğunu, çoğulculuğun ne zaman zenginlik ne zaman nifak olduğunu bilir. Omuz omuza durmanın ve göğüs göğüse gelmenin nomosunu açıkça ilan eder. Dost-düşman ayrımını sarahate kavuşturmayan veya iradesini uluslarüstü yapılara devreden hükûmetlerden bu hikmeti beklemek nafiledir. Bu noktada “Birleşmiş Milletler” ismindeki çelişkiyi, daha doğrusu isim üzerinden algımızın nasıl yönetildiğini hatırlamakta fayda var. Bir kere, birleşen milletlere artık “millet” denemez, olsa olsa küresel teknolojik hâkimiyetin yürütme aygıtıdır o. İkinci olarak, “birleşmiş” sıfatının vurgulanmasıyla diğer milletlerin dağınık, dışlanmış, zayıf olduğu ima edilir. Her iki durumda da veto hakkı olmayanlar için, yani “birleşmemiş tüm milletler” için çoğunlukçu ve çoğulcu fikirlerin en bozucu tesirlerine kapı açılmış olur.

Sistem için esas olan hâkimiyettir, hâkimiyetin hangi vasıtayla elde tutulacağı ikincil önemdedir. Libertenler eliyle de olur muhafazakârlar eliyle de. Dünyanın bir yerinde çoğulcu politikalar üzerinden de hâkimiyet tesis edilir, başka bölgelerde çoğunlukçu uygulamalar üzerinden de. Kültürel-biyolojik-psikolojik kategorileri yok sayar gibi de yapabilir, mutlaklaştırmış gibi de görünebilir. Hâkimiyet prensibi özünde aynı kaldığı için değişen vasıtalar birbirini dışlamaz; aksine, hâkimiyetin çapı “zıtların birbirini kapsaması” suretiyle genişler. Bilimcilik düşüncesini milliyetçilik, milliyetçiliği sömürgecilik, sömürgeciliği demokrasi, demokrasiyi teknoloji kapsar ve bu böyle sürüp gider. Katman geçişleri arasındaki kalıntıları temizlemek de bordrolu akademiye, resmî-gayrıresmî kolluk kuvvetlerine, istihbarat destekli medya ekiplerine havale edilir. İç içe geçen birçok katmandan söz etmek mümkündür ama modern Batı hâkimiyetini iki karakteristik döneme ayırabiliriz: ekonomik ve teknolojik dönem. 19. yüzyıl başlarında ekonomikleşen Batı düşüncesi, 20. yüzyılın sonlarına doğru teknolojikleşti. Başlangıçta hayat tarzını ulusal burjuva değerleri üzerine bina eden modern Batı, bugünkü metafiziğini küresel enformasyon ağları üzerine kuruyor. Anlayacağınız, artık “eski savaşçılar vesair geçmiyor bulutlardan.” Önce tacirler, ardından bürokratlar, derken bugün sadece uydular geçiyor. 

Enerji ve haberleşme ağları üzerine kurulmuş küresel teknolojik hâkimiyet mevcut siyasal birliklerin ve ekonomik ortaklıkların ötesine geçmiş görünüyor. Böyle bir dünyada hâlâ çoğulculuğa veya çoğunlukçuluğa dayalı demokrasi modellerini tartışanlar modern hâkimiyetin aslî unsurunu ıskalamıştır: Niceliği. Nitelik üzerinden konuşmaya başladığımızda gerçek düşmanı, yani küresel teknolojik hâkimiyeti şehadet parmağımızı doğrultarak, yani doğrudan işaret etme imkânı buluruz. Nasıllar yerine nedenleri koyduğumuzda sayısal bilimler-sosyal bilimler atışmasının ötesindeki bir epistemolojik alana açılmak istediğimizi beyan ederiz. Köprüden önceki son çıkışı kaçırdığımıza üzülmeyi bırakır, köprüyü havaya uçurmanın yollarını aramaya başlarız.

Muhammed SARI (28 Zilka’de 1446 - 26 Mayıs 2025)

ÇOĞULCULUK VE ÇOĞUNLUKÇULUK KISKACINDA “BİZ”

Modernler “ben” idesi üzerinde yükselen bir hayat düzeni kurdukları düşüncesiyle mutlu mesut yaşarken bir de baktılar ki “biz”i hortlatmışlar! Döndük dolaştık, küresel teknolojik hâkimiyet karşısında gövdesini “ben”e siper edecek bir “biz”e ihtiyaç duyulan günlere geldik. Dünya Savaşları “biz” fikrinin canlılığını koruduğu son dönemlerdi. İkinci Dünya Savaşı’ından sonra bireyciliğin galibiyeti aslında yapılacak iş kalmadığının da ilanı oldu. Bireycilik için “tarihin sonu” o günlerde başlamıştı denebilir. Yine de 1960’ların ortasına kadar şüphelenmek için görünürde sebep yoktu. Modern birey mitinin çöküşü ilk açık sinyali 1970’lerde dillendirilmeye başlanan “öznenin ölümü” teziyle verdi. 19. yüzyılın sonlarında tekebbürün ve yabancılaşmanın zirvesine ulaşan “özne birey” 20. yüzyılın ortalarını zor gördü. “Birey olduğu ama artık özne olmadığı” söylenen bu yeni insanın hâli içler acısıydı. Postmodernlerin attığı bu derin ara pası küresel teknolojik hâkimiyet iyi kullandı, “özne olmayan bireyi” öldürmeyecek ve oldurmayacak bir aralıkta tutarak kendine hizmet ettirmeyi başardı. Skorun sürekli insanlık aleyhine işlediği ama maçın bitmek bilmediği tuhaf bir döngüye girmiş olduk.

“Ben”in sayısız tanımı var. Bu tanımların nizasından türeyen sorunlarla baş etmek sistem için hiçbir zaman zor olmadı. Fakat sayısı ve çapı fark etmeksizin bütün “biz” tanımları tehdit olarak kodlandı. Bu tehdidi gidermenin iki yolu vardı: İlki, bir tür insanlık ailesi denebilecek “küresel biz” anlatısını yaygınlaştırmak, diğeri ise bu anlatının içinde kalmak kaydıyla işçi, zenci, çevreci, feminist... gibi alt kategorilere ayrılan “marjinal biz” tasarımlarına yol vermek. Bunlardan başka “biz” hesaba katılmadı. Sistemin sahiplerinin “biz” dediğine kanmamak gerek. Onların “biz”i ya “eşitler arasında daha eşit olanlar”ı işaret eder ya da “kendini marjinalliğe eşitleyenler”i. Bu “biz”, geriye kalan milyarlarca insanın durumunu açıklığa kavuşturacak nitelikten ve organiklikten yoksundur. Çünkü küresel ve marjinal “biz”ler sadece nicelik belirtir. Küreselciler ve marjinaller birbirlerine nefret ve menfaat bağlarıyla bağlıdır; ancak olur da organik bir “biz” fikri ikisinin de varlık sebebini ortadan kaldırır korkusuyla niceliklere dayalı bu dengeyi koruyacak söylem ve düzenekler geliştirmişlerdir. Özellikle neo-liberalizm aşılı demokrasi hermenötiğinden doğan iki kavramı öne çıkarırlar: çoğulculuk ve çoğunlukçuluk.

Niceliği esas alan çoğunlukçu ve çoğulcu fikirlerin birbirlerini niteliksizlikle suçlamaları doğal. Hakiki niteliğin konuşulmaması için bu kayıkçı kavgasının sahnelenmesi gerek. Statükoculuk ve devrimcilik eksenine sıkıştırılan her mesele gibi niteliğin hâkimiyeti bahsinin de kadük kalması amaçlanır. Organik biz, yani “niteliğin hâkimiyeti” çoğunlukçuların mesnedi olan sayısal üstünlük argümanını yeterli bulmaz, çoğulculuğa vurgu yapan bölücü hayat tarzını meşru görmez. Bu türden organik biz fikrinin ete kemiğe bürünmesine sadece Türk siyaset tarihinde rastlıyoruz. Sayıların fazla anlam ifade etmediği “tekçi” bir siyaset geleneğine mensubuz. Çoğunlukçu veya çoğulcu olmak arasındaki farklara büyük anlamlar yüklememişiz. “Tekçi” kod esasen rekabete yabancıdır, her tür demokrasi girişimini “hâkimiyetin paylaşılması”, “devlete ortakçı çıkması” girişimi olarak algılamaya yatkındır. Bununla birlikte bir tür “birlik” çağrışımı taşıdığı için “çoğunluğun hâkimiyeti”ne daha sıcak baktığı da bir gerçektir. Bu da Türkiye’de sağ iktidarların elini kuvvetlendirmiştir. Kolay zamanlarda son derece gevşek siyasal katılıma sahip Türkler zor zamanlarda birlik sağlamakta zorlanmamıştır. Sağ iktidarlar bundan da yararlanmıştır. Ne de olsa oy veren ama gerisini koyveren seçmen kitlesi bütün siyasetçilerin hayalidir. 

Türkler birlik olmakta zorlanmamıştır. Sorun, birliğin neye hizmet edeceği hususunda yaşanmıştır. “Tekçi” siyasetin kodları ile halkın birlik olma eğilimi ilk bakışta birbirini tamamlayan bir görüntü arz eder. Böyle denk gelişleri ezberci, satıhçı Türk entelijansiyası “tek adamlık” olarak etiketlemeye hazırdır. Hâlbuki içeriden bir okumayla “tekçi” siyaset geleneğinde kolayca birlik olunduğu ama kolay kolay "biz" olunamadığı görülür. Osmanlı’nın 16. yüzyıldan beri yaşadığı inkırazın 18. yüzyıla kadar kabul edilmemesi veya görülememesi “tekçi” siyasetin “birlik” mefhumunu örtmesi ve istismarı sebebiyledir. Toplumun içte içe kaynadığı bu iki asır boyunca “tekçi” zihniyet “siyasal alan”ı sessizce gaspetmiş, adım adım “tarihsel rol”ün yerine geçmiştir. Kaynayan kazanın kapağı Tanzimat’la kaldırıldığında siyasal alanın da tarihsel rolün de çoktan buharlaştığı görülür. 1923-1950 arasında “tekçi” kodlar revize edilerek sıfırdan bir “biz” kurgulanmaya çalışılır. 1950-2000 arasında “biz”i ancak “çoğunluk”ta bulabileceğimiz fikri yaygındır. 2000’den bugüne ise “çoğulcu” olmayan hiçbir “biz” tanımına söz hakkı tanınmamaktadır. Yüz yıllık hikâyenin sonunda Türkiye fizikî birliğini korumak uğruna metafizik birliğinden, yani “biz” fikrinden uzaklaşmış görünüyor. Türkiye demokrasiyi seçmekle düşmanlarının tacizinden kurtulamayacağını, kendine özgü bir demokrasi yorumu da bulması gerektiğini ancak yüz yılda kavradı. Feci akıbet geciktirilebildiği kadar geciktirildi. Akıbetin hayra tebdil olmasını istiyor muyuz? Öyleyse çoğulcu olsun çoğunlukçu olsun modern siyaset ve hayat tarzı hakkında nihaî kararlar vermeli, “birlikten bizliğe geçiş”in yolunu açmalıyız.

“Hâkimiyet bilâkayduşart milletindir.” dediğimizde niteliğe, tarihsel role ve şahsiyetin kendini gösterebileceği bir siyasal alana istinat ettiğimizi gösteririz. Ne hâkimiyet istatistiğe konu edilecek bir kavramdır ne de millet dediğimizde nüfusla ilgili bir göndermede bulunuruz. Bir topluluk tesanüd ve amaç birliği sayesinde millet olur, kalabalık olduğu için değil. Hâkimiyet ise millet olma başarısı göstermiş toplumların ahlâkî ve estetik tercihlerinin hayatın her detayında kendini hissettirmesi demektir. Hicret bir gün dönüp Mekke’yi fethetmeye matuf olmasaydı, Ashab-ı Kiram millet hayatının temelini bu şuurla atmasaydı Medine’de tutunmak pekâlâ yeterli görülürdü. “Hicret fetih içindir.” diyen bir dinin mensubu olmasaydık bugün hâkimiyet bahsinde söyleyecek sözümüz olmazdı. Müslümanlar ne Mekke’de azınlıkken millet olma vasfından ödün verdi ne de Medine’deki hâkimiyetleri sayısal üstünlüklerinden dolayıydı. Onlar seçkin bir topluluktu. Seçkinlikleri hem “ben”i muhafaza altına aldı hem de “biz”i mümkün kıldı.

Muhammed SARI (18 Zilka’de 1446 - 16 Mayıs 2025)

BİRİLERİNİN ANASINI AĞLATAMADIĞIMIZ İÇİN

Barış, savaşın ardından yapılır. Ve savaş iki taraf arasında yapılır. Savaştan ve barıştan bahsettiniz mi orada ikilik olduğunu kabul etmişsiniz demektir. Kürtler “biz”in ötekisi mi? Türkler “biz”in berikisi mi? Soruları böyle sorarak ben de saçmalıyor, ikilik fikrini pekiştiriyor olabilirim. Bunları bir kez ayrı ayrı zikrettiyseniz işiniz bitmiş demektir, geçmiş olsun! Konuşulacak diğer bütün şeyler tâlî meselelerdir. “Tâlî” deyip küçümsediğimi zannetmeyin. Aslî kavgaların görünmemesi için bütün dünyada siyaset tâlî meseleler üzerinden yürütülür. Demokrasi tiyatrosu bu tâlî meselelerin medya sahnesinde temsiliyle cereyan eder. Her akşam kapalı gişe oynanmasına hacet yoktur. Aslolan sahnenin boş kalmamasıdır. Bir gün pax oyunu oynarsın, öbür gün terreur.

“Terörsüz Türkiye” sloganı “Yeni Türkiye” sloganının devamı. Yani “henüz ve hâlâ başarılamamış bir görev”in peşine düşmüştür birileri. Ben ise “terörsüz Türkiye” yerine Türkiye'siz bir terör ihtimalinin konuşulmasından yanayım. Çünkü terör tanımı gereği Türkiye'siz de devam eder. Fakat Türkiye var olduğu müddetçe terör (!) kaçınılmazdır. Şayet hainlerin ve zalimlerin hasmı ise Türkiye’nin kıyamete kadar düşmanları olacaktır. Korkum, Türkiye’nin var olmadığı bir dünyada terör neymiş cümle Müslümanların acı acı öğrenmesidir. “Düşmansızlık” algısı pompalayanlar bile bile Türk ve dünya tarihine aykırı bir söz ediyor. “Analar ağlamasın.” sözü de bu bilinçli çarpıtmanın paravanı. Türkiye gibi bir ülkenin düşmanları hiç bitmeyeceği için cihad bahsi de daimidir. Bir erkek Allah yolunda cihad ettiğine inanıyorsa, bir ana oğlunun mücahidliğine şahitse ağlamaktan korkulmaması beklenir. Şehadetten daha üstün bir makam bilmiyorsak “analar ağlamasın”ı nasıl zikredebiliyoruz? Türkiye’nin tarihsel rolü “analar ağlamasın” gibi renksiz, kokusuz bir reklam spotuna indirgenemez. Rengimizi, kokumuzu kaybediyorsak bu birilerinin anasını ağlatamadığımız içindir. Daha korkuncu, verilen mücadeleye “cihad” denilip denilemeyeceğine dair derin bir bilinç kaybı yaşandığı içindir. İnsanlar en az 20 yıldır, gerçekte ise 65 yıldır adım adım bu bilinç kaybına sürükleniyor.

Sorular açık: “Türkiye savaşıyor muydu?” Cevap vermek zor. “Türkiye PKK’ya karşı cihad mı ediyordu?” Buna cevap vermek daha zor. Olan bitenlere dönem dönem, hadiseden hadiseye başka isimler bulmak gerekir belki. Türkiye’nin savaştığını, hatta cihad ettiğini kabul ettik diyelim. O zaman şu soruya cevap vermek gerekir: “Türkiye kırk yıldır PKK ile mi savaşıyordu?” Öyle olsaydı “terörsüz Türkiye” lafının asgarî bir anlamı olurdu. Ama biliyoruz ki PKK, Türkiye’nin en zayıf düşmanıydı, çünkü en açıktaki hedefti. Ateşli silahların ötesinde PKK eliyle yapılanlar bilançonun asıl karanlık tarafıdır: Kürt medreseleri çökertildi, hayvancılık bitirildi, Kürtler uyuşturucu ve kaçakçılıkla bilinir oldu, kimlik ve sınır kavramları tartışmalı hâle getirildi, anne dili farklılığı ayrılıkçı bir koz olarak kullanıldı, Kürt çocukları sekülerleştirildi vs vs. Bu alanlarda hiçbir hakiki mücadele verilmedi. Yani harcanan trilyon doların hayırlı sonuç vermesini beklemek ham hayaldir. İnsanlar ekranlara farklı renklere boyanmış parçalı haritalar çıkarıyor ve bakın işte kazandık diyor! Düşman (!) sınırda bağımsız bir bölge kazanıyor ama birileri işte düşmanı sınır dışına attık diyor. Bir taraf ahlaksız diğer taraf ahmak olduğu sürece anadan üryan gezen krala kimse yuh çekmeyecek. Yeni Anayasa süreci inkıtaa uğrar uğramaz sahneye çıkıp Gezi Parkı eylemlerini ateşleyen Sırrı Süreyya Önder kralın kim olduğunu biliyordu ve çıplaklığından haberdardı. Bugün onun ardından hüsnüşahadet edenler kendilerinin bile kim olduğunu bilemez haldedir.

Lozan’da Kürtlerin gayrimüslim olarak zikredilmemesi şer’î ölçüler açısından da güven ortamını tesis ve teyid etmişti. Kimin millet-i hâkime kimin baldırı çıplak olduğu açıklığa kavuşmuştu. Fakat Lozan’ın hemen ardından Kürtler önce bir güven sorunu yaratılarak, sonra güvenlik sorununa dönüştürülerek Türkiye’nin varlık şartlarına ölümcül bir darbe indirildi. Lozan’dan 100 yıl sonra bile aynı sorunları, özellikle de Yeni Anayasa’yı konuşuyoruz. Sürecin hitama ermesi için önce PKK meselesinin halledilmiş görünmesi gerekiyordu ki Yeni Anayasa’yı PKK unsurlarıyla birlikte ve Pax Americana (yani “çatışmasızlık”tan doğacak yeni kâr kaynakları, yeni pazarlar) uyarınca yazmanın zemini oluşabilsin. Trump’ın “Gazze’yi turizme kazandırma” planı da aynı “çatışmasızlık” söyleminin eseriydi. İşler şimdilik planlandığı gibi gidiyor. Türkiye üzerinde emelleri olan odaklar arasında bir niza doğmazsa veya içimizden “Analar ne yiğitler doğurmuş!” dedirtecek seçkin kimseler çıkmazsa işimiz zor. Yiğit dediğin bir günde yetişmez. Önce ömrünü buna vakfedecek anaların çıkması lazım.

Pax Americana analara tek şey teklif ediyor: “Daha fazla ağlamak istemiyorsan ağladıklarının üzerine bir sünger çekeceksin!” Bugün bu şantajı müjde gibi sunan ve karşılayan sayısız insan var. Bu güruhun mürekkep yalamışları ise bizi “soğuk savaş konseptine takılıp kalmak” ithamıyla ilzama çalışıyor. Anaların ağlamamasının yolu gerçekte onları sahte düşmanlıkların mağduru yapmamaktan geçiyor. Aksine bir de sahte barışın şantaj malzemesi haline getirilerek anaların değil torunların ağlamasının da yolu açılmış oluyor. Meseleler bir yönüyle bu kadar basit, fakat anlaşılmaması için her şey akıl almaz derecede zorlaştırılıyor. Bir türlü Türkler lehine, dünya sistemi aleyhine bilinçli bir kamuoyu oluşamıyor. Bunun en büyük sebebi 65 yıldır aralıksız istihbarat manipülasyonu altında karakteri aşındırılan Türk toplumunun kendisidir. Acı ama böyle.

Muhammed SARI (13 Zilka’de 1446 - 11 Mayıs 2025)