ŞAİRİN YENİ MANTIĞI yahut TURGUT UYAR BİZE NE TEKLİF ETTİ?


Enis Akın “Turgut Uyar Şiirinin Oluşumu” adlı yeni kitabını Geyikli Gece ve İstiklâl Marşı arasında kurduğu bağlantıyla bitiriyor. Son yirmi yılda İstiklâl Marşı’na yapılan atıflarda şu veya bu sebeple büyük bir artış var. Atıfların çoğu gündelik siyaset eksenli. Pek az kısmı düşünce ve estetik alanından besleniyor. Modern şiirimizin öncü isimlerinden Turgut Uyar’ın şiirinin kaynaklarına, oluşum ânına dikkat kesilen bir incelemede sözün İstiklâl Marşı'yla bağlanması bu sebeple hem ilgi çekici hem de düşündürücü. “Korkma!” nidası her kubbede ayrı tınıyla yankılanmaya devam ediyor.

1950’lerdeki Türk modernleşmesinin politikadaki ve poetikadaki ikiz ama didişmeli varoluşu hâlâ yeterince etüt edilmiş değil. Aradaki korelasyonu hakkıyla betimleyebilmek, bunu edebiyat ve kültür tarihimizin kalıcı bir kazanımına dönüştürebilmek için politik ve poetik varoluş arasında özgürce mekik dokuyacak kafalara ve tabii ki özel bir tarihsel momentumun doğmasına ihtiyaç var. O dönemin şairlerinin bir aktör olarak içeriden şahitliği ve bazı eleştirmenlerinin kritikleri meseleye bir miktar ışık tutuyor. Sonraki dönem şairlerinden bazılarının “dışarıdan ama içgörüye dayalı” yorumları tamamlayıcı ve tazeleyici bir etki uyandırsa da esasen yeterli olmuyor. Böylesi bireysel, dağınık girişimleri ana ilkeler etrafında derleyip toparlayacak theoria’nın örneğine henüz rastlayamadık. İkinci Yeni şiirinin “kendinde şey” olarak başlayıp “kendi için şey” olamadan bitmesi, İkinci Yeni eleştirisinin de benzer talihsizliği yaşamasına sebep oldu denebilir.

Çoğu meşhur metin gibi Geyikli Gece de çok okunup pek anlaşılmayan şiirlerdendir. Özellikle ezberci akademisyenlerin kopyala-yapıştır yorumları utanç verici, ideolojik kamplarında mahsur kalmış eleştiricilerin bakış açıları iç karartıcıdır. Geyikli Gece’nin sosyal medya mecralarındaki popüler alımlanışına değinmeye gerek bile yok. Yine de elimizdeki okur vasatını olduğu gibi kabul etmek zorundayız. Beğensek de beğenmesek de konunun birer tarafı sayılırlar. Enis Akın'ın incelemesini bunlardan ayrı bir yere koymak lazım. Çalışmanın uzun zamana yayılması, metinleri bir şair olarak içeriden okumayı ihmal etmemesi, kaynaklarının görece çeşitliliği ve şairi anlama çabası bakımından. Hepsinden önemlisi, şairi biyo-kültürel ortamından ve sosyo-ekonomik şartlarından soyutlanmış değil, dünyanın aldığı biçimden doğrudan etkilenen ve buna reaksiyon veren bir birey olarak ele alması bakımından. Kitabın bütünlüklü değerlendirmesini ilgililerine bırakıyorum. Ben Akın’ın kitap boyunca esas aldığı “acemilik” ve bilhassa “korku” izleği hakkında birkaç şey söylemekle yetineceğim. Çünkü bana göre kitap tam da zengin tartışmaların başlayabileceği bir bağlam uç vermişken bitirilmiş görünüyor.

Enis Akın, Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ndeki okuma biçimine dayanarak modern edebiyatımızın Namık Kemal’den beri her alanda “acemilik” çektiğini belirtiyor. Ta ki Turgut Uyar’a kadar. Uyar’ın acemilik kavramını “beceriksizlik, hamlık, olmamışlık” anlamlarından kurtarıp onu “canlı, yeniliğe açık, devingen” kalmak anlamında kullanışına dikkat çekiyor. “Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği” dizesinin sahibi muhtemelen tam da bunu istiyordu. Hiçbir şeyin adının konmasıyla, eşkâlinin belli olmasıyla ilgilenmiyordu. Her şeyi akış ve oluş ânında yakalayıp deneyimlemek gibi imkânsız bir projenin peşindeydi. Uyar’a göre “suyun rengi akmaktır”, suyu anlatmak isteyen, akışı anlamak isteyen de akmak zorundadır. Yalnızca şiirin sezdirebildiği bu türden nelik ve kendilik bilgisinin peşinde koşmayı en önemli uğraş kabul ediyordu. Anlam değişimine uğrattığı haliyle “acemilik”i yüceltiyordu. Enis Akın bu tavrı şairin bize çözüm dayatmaması, bizi özgür bırakması şeklinde yorumluyor. Bir bakıma doğru. Çünkü “şiirde her şey doğrudur.” Fakat sözlerin bir de zaman içinde kazandığı tarihsel ve kamusal bir hayatı, bir kaderi vardır. Bu bakımdan insanın sürekli acemilik peşinde koşmasında donma, katılaşmaya karşı haklı korkusu kadar sorumluluk alma, fedakârlık yapma, rahatından olma korkusunun da payı olduğu pekâlâ söylenmelidir. Turgut Uyar “Efendimiz Acemilik” diyerek, ustalığından istifa ettiğimiz eski dünyanın ve bir türlü ustası olamadığımız yeni dünyanın arasında bocalayan biz Türklere “biz artık bir şey aramıyoruz, sadece akışta ve arayışta olmak istiyoruz” şeklinde şairane bir mazeret teklif ediyor. Tüm iyi niyeti ve tüm yanılgısıyla.

Tanzimatçıların ve cumhuriyetçilerin Batı karşısında yakalandığı aşağılık kompleksinden sıyrılmak, -mış gibi yapmamak teklifi dürüstlük nişanesidir; fakat bu teklif, bırakın kendisi gibi olmayı, kendini tanıyamaz hâle getirilmiş bir toplumun kimlik sorununu ve bunun sorumlularının hesap vermesi mecburiyetini ortadan kaldırmıyor. Enis Akın yapıçözüme uğratılıp bilinçli olarak sahiplenilmiş bu acemiliği övse de bunun Türk toplumuna çıkış yolu sunmadığı açıktır. Zaten tarih de hiç Uyar’ın umduğu gibi evrensel değerlerin hâkim olduğu bir doğrultuda akmamıştır. Bu farkı fark eden gerçekçi takipçilerinin gözünde Turgut Uyar’ın alımlanışı evrenselci okurlarınınkine benzemez. Evrenselci okurlar “tel üstündeki cambaz”ın ironik durumsallığına dikkat kesilir ve genellikle metnin şairane mantığına hapsolurlar. Cambazın yüz yıl sonra da aynı tel üstünde olacağını kabul ederler. Uyar’ın gerçekçi okurları ironik durumsallığın yanına tarihsel sürekliliği de koyar. Böylece şairin kendini de evrenselci yorumlarını da tashih edecek biçimde “açarak, boyutlandırarak, yabancılaştırma efektine başvurarak” okur metni. “Efendimiz Acemilik”, “Çıkmazın Güzelliği” gibi paradoks ifadelerin olduğu gibi kabul edilmesinin sebep olacağı zihin karmaşasına işaret eder gerçekçi okur. Uyar bile kendi tanımladığı manada sonuna kadar “acemi” kalamamışken, hiç de güzel bulmadığı bu dünya çıkmazından bir an önce çıkıp gitmek istemişken evrenselci yorumcuların kraldan çok kralcı tavrı dönüp dolaşıp şiiri ve düşünceyi vurmaktadır. Hâlbuki gerçekçi okurlarının gözünde paradoks ifadeler Turgut Uyar’ın pozisyonunu açıkça yansıtır. Uyar tarihsel problemlere gözlerini kapamaz ama çözümle veya çözümlemekle de ilgilenmemektedir. Sorunun karmaşıklığını ifade etmekle yetinir. Önerebileceği tek şey paradoksunun şık formülasyonundan ibarettir. Uyar “kararsız ama kalıcı” olduğunu varsaydığı bu dengenin sürüp gitmesiyle, yani İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyasının sallantılı ama insanı “bütün mümkünlerin kıyısında” hissettiren atmosferinin korunmasıyla, neredeyse “hepimizi vakitten kurtaracak” bir tür tarihüstülükle ilgilenmektedir. Dehâsının zirvesinde olan her şair rüyanın sürmesini istemez mi? Uyar’a göre olan olmuştur, hiç olmazsa bundan sonrasını kurmak için evrensel bir sıfır noktasına, “bir ilkel eşitliğe” kadar inilmelidir. Buna mukabil aynı yıllarda Karakoç “Bu dünyada olup bitenlerin / Olup bitmemiş olması için / Ne yapıyorsun” diye sormaktadır. Bir şair bu soruyu sorabildiği kadar İkinci Yeni’nin ötesine (bulvardan metropole) geçebilir.

Enis Akın’ın Geyikli Gece’yi İstiklâl Marşı’yla ilişkilendirdiği noktaya gelelim: Korku bahsine. Tanzimat'tan beri her günü türlü korkuyla zehirlenmiş bir toplum Türk toplumu. Eskiyi kaybetme korkusu, eskiden kurtulamama korkusu, yeniyi yakalayamama korkusu, yeniye kabul edilmeme korkusu; işgal korkusu, bölünme korkusu, asimilasyon korkusu, izmihlâl korkusu derken işlerin gelip İstiklâl Marşı’ndaki “Korkma!” nidasına dayandığını biliyoruz. 23’ten sonra görece durulan toplumun 50’li yıllarda yeniden çok daha şiddetli bir değişim hummasına yakalanmasıyla hortlayan korkulara Uyar’ın Geyikli Gece'deki ilk iki dizeyle mukabele ettiğini keşfetmiş Enis Akın. Fakat keşfetmesiyle kaybetmesi bir olmuş! Kaybetmesine sebep Uyar’ın hayata ve sanata karşı takındığı tavırdır. Bazı benzer tavırlara, kabullere sahip olduğu için Enis Akın da ustasının düştüğü naif yanılgıya düşüyor. “Hâlbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta” dizesinin sağ ve solun tarihsel korkularını teskin ettiğini, dizenin bilhassa İstiklâl Marşı’yla özdeşleşen o nidaya cevaben söylendiğini, nesiller boyu süren travmayı hayranlık verici bir sükûnetle çözüme bağladığını söylüyor.

Acemilik bahsinde söylediğimiz gibi: Turgut Uyar bir çözüm, çözümleme insanı değildir. Politik meselelere hiçbir zaman duyarsız kalmamakla birlikte bunları ele alırken -muhtemelen tipik bir solcu sanılmak kaygısıyla- pasif agresif yahut konformist bir tutum benimsemiştir. Geyikli Gece’nin yazıldığı günden bugüne kadarki yakın tarih şairi doğrulamamaktadır. Korkulacak şeyler azalmamış, bilakis hep artmıştır. Başta naylon olmak üzere. Naylonu korkulacak hadiselerin yanı başımızdaki habercisi değil modernleşmenin küçümsenecek türediliklerinden biri olarak gören şair en baştan yanlış bir tarih yorumuna sapmış, okurunu da saptırmıştır. Enis Akın, ustasının hatalı mantık yürütmesini (her şey naylondandır, öyleyse korkulacak bir şey yoktur) toplumdaki yaygın mantıksızlığa son verebilecek bir üst mantık olarak görmektedir. Muhtemelen Akın’a göre tam da bu sebeple, bu yeni mantığın kabul edilmemesi sebebiyle korkular artmıştır. Ne şiirin yayınlandığı yıllarda ne de bugün kimse çıkıp şu soruyu sormuştur: Asıl korkutucu olan her şeyin naylondan olması değil midir? Etrafımızı sahteliğin kuşatmasına karşı şairin yeni mantığı ne önermektedir? Aşk, umut, alkol ve kaçış mı? Naylonlaşmayı önemsiz görmesine sebep olan özgüvenin kaynağı nedir? Yahut kinayeli yaklaşmasının sebebi? “Neonlar ve teoriler ışıtamaz yanını yöresini” diyerek şair Geyikli Gece’sini kem gözlerden koruyabileceğini umuyordu. Uyar, aktüel sorunlar karşısında sürekli aksiyonu öneren tipik bir solcu olarak görünmemek uğruna sapla samanı epey karıştırmıştır. Hâlbuki önünde üçüncü bir yol daha vardı. Naylonlarla neonları öte yana, Geyikli Gece'yle teoriyi beri yana koyabilseydi bugün bambaşka bir Turgut Uyar konuşuyor olabilirdik. Yıllar sonra İsmet Özel’in “Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata / görmedim orda çinko damlar ve plastik sürahilerin tanrısını” deyişi şiir sanatı açısından öncü bir tavırdı belki ama hakikat bakımından toplumda çoktan büyük bir erozyonun yaşandığının, yani gecikildiğinin itirafıydı aynı zamanda. Post-truth’tan 2000’lerde değil naylon ve neonların hayatımıza girdiği yıllarda bahsedebilmeliydik, bunun theoria’sını kurmaya girişmeliydik. Aslında eşiğine kadar gelinmiştir. İkinci Yeni’nin gücü ve zaafı da buradadır. Küçük adamın dünyasını geçip büyük bir eşiğe varabilmek ama orayı aşamamak. Bugün post-truth lafı dahi eskidi, epridi ama biz hâlâ İstiklâl Marşı’ndaki “Korkma!” nidasının gücüyle ayakta duruyoruz. Bunun “mantıklı” bir açıklaması yok. Ortaçağın derinliklerinden kopup post-modern çağa kadar aynı karakteri koruyarak ulaşabilen yegâne kimliğin Türklük oluşu onu hem kendisi hesaba katılmadan işlerin yürütülemeyeceği hem de bütün hesapları alt üst eden bir millet mevkiine taşıyor. Ve bu kimliğe layık olan şiirin “kendinde şey”likten çıkıp “kendi için şey” olması, gürleşmesi şartını getiriyor. Şairin yeni mantığı Türklük olmalıdır, hazcı hümanizm değil.

İşte Turgut Uyar da küçük adamın şiirini bırakıp insana tarih, coğrafya, din, felsefe gibi büyük kavramlar ışığında bakmaya yöneldiğinde kendi şiirine ve modern şiirimize bir gürlük getirmişti. Fakat Uyar söz konusu meseleleri öyle soyutlayıcı, öyle hümanist bir bakışla yorumladı ki sonunda kavramlar tarihsel yüklerinden boşaldı. Geriye içinde sadece bir kadın ve bir erkeğin yaşadığı, balta girmemiş ormanların derinliklerinde gömülü bir fantazya diyarı kaldı. Turgut Uyar’ın bazen özerklik/bağımsızlık tutkusu, bazen çekingen ve ketum mizacı, bazen bilgi yetersizliği, bazen de sınıfsal ön kabulleri sebebiyle varamadığı gerçekçi ve bütüncül dünya tasavvurunu vaz etme görevi 60 kuşağına kaldı bu yüzden. 60'ların ortasından sonra dünyanın ve Türkiye'nin seyri savaşkan bir karakteri gerektiriyordu ve bu İkinci Yeni şairlerinin hiçbirinde yoktu. Aksine, 60’lardan sonra giderek daha sızlanmacı, hazcı bir sanata evrildiler. Kendi insanından değil mücerred bir insan kabulüyle hareket etmesi 50’lerin varoluşçu atmosferinde Uyar’a ne kadar avantaj sağladıysa 60’ların devrimci atmosferinde o kadar ayak bağı oldu. İkinci Yeni, Karakoç'un tabiriyle bu yüzden “bulvar” olarak kaldı, “metropol”e dönüşemedi. İsmet Özel ise bu tıkanmayı “esas arayıcı çalışmaya girilmemesi” olarak tarif eder. Enis Akın bu sözle kastedileni anlayamadığını söyler nedense. Ustası gibi modernliğin sonsuzluğuna (tarihin sonunun geldiğine?) inandığı için olsa gerek “şimdi ve burada yapılması gerekenler” kategorisini sanat adına anlamsız yahut muğlak bulmaktadır. Hâlbuki bütün “korkusuzluğuna” rağmen Uyar bile 60’ların ortasından itibaren politik tonu belirginleşen şiirler yazmış, bir bakıma Geyikli Gece’yi kendi elleriyle (ama sessizce) cerh etmek zorunda kalmıştı. Hele 70’lerde “başarısız boktan bir kış geçirdik / kanımız bile doğru dürüst akmadı / bir sürü çocuğu öldürdüler” diyen şairin Geyikli Gece’deki iyimserliğini koruduğu hiç söylenemez.

Kişisel ama buraya kadar söylediklerimi daha anlaşılır kılacağı ümidiyle bir not eklemem gerekiyor: 21 yaşımda, 2002’de, Huruç dergisinin ikinci sayısında yayınlanan Avrupa Birliği’ne Hayır! adlı şiirimin arketipi Geyikli Gece idi. Temel bir farkla: O şiirin önerdiği yok-diyara ben bir karşı-alanla cevap vermek istemiştim. Fantazyaya karşı tarihle. İki şiiri karşılaştırmalı okuyanlar itirazları, dönüştürmeleri, paralellikleri kolayca görebilirler. Bu karşı-alanlardan üçü diğerlerine göre daha aşikârdır. İlki, Uyar’ın kaçış ve erotizm çağrışımı yüklü tüylü geyiği bende korumacı bir anne geyiğe dönüşmüştü. İkincisi, benim cambazım anne geyiğin boynuzları arasına gerili bir ipte yürüyordu ve tehlikedeydi. Ve üçüncüsü, şiirde İstiklâl Marşı’ndan bir mısra alıntılayarak Uyargillerin nesiller boyu süren hümanist tavrına karşı safımı belli etmiştim. Ne o zaman ne sonrasında birileri benim metnimle Geyikli Gece arasında bağlantı kurdu. Bunu bizzat yapmak zorunda kalmam beni utandırıyor ama meselenin gayrişahsi olduğunu bildiğim için içim rahat. Geyikli Gece’nin salt bir konformizm olumlamasından, yaşamanın kutsanmasından ibaret olmadığını; arka planda şairin kaçındığı ve kaçtığı bir travma, bir yıkım olduğunu o zaman sezmiştim. Mezarlıkların içinden ıslık çalarak geçiyordu Turgut Uyar. “Korkuyu bastırmak” gayet insanî bir davranıştı ama en “acemi” şairin bile bazı yükümlülükleri vardı. İçimden yükselen itiraz şairin sorumluluk alanından bile bile kaçışına, üstüne üstlük bizi egzotik bir fantazyaya çağırmasınaydı. Uyar için dönüm noktası olan Geyikli Gece daha ilk dizesinden bizim için de bir dönüm noktasını imliyor, görebilenlerin gözünde okuru bir yol ayrımına zorluyordu. Fakat yol ayrımının en tuhaf yanı şuydu: Avrupa estetiğinin çok üzerinde bir seviye tutturmuş olmasına rağmen bugün Geyikli Gece’nin girebileceği, girmek isteyeceği, seve seve kabul edileceği tek yer yine Avrupa Birliği’dir. Bizse şiirimiz ve değerlerimizle fevkinde olduğumuzu bildiğimiz Avrupa’nın bırakın kendisini, Türkiye’deki acentelerine karşı bağımsızlık mücadelesi vermek durumundayız. Hâlâ.

Toparlayalım: İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur. Turgut Uyar küçük adamın şiirini yazdığı gençliğinde “kadının ve bedenin dirimi”nden başka bir şeyle uzun boylu ilgilenmemiştir. Politik kavgaların ayyuka çıktığı orta yaşları atlattıktan sonra yaşlılığına doğru yine aynı dirim izleğinin peşine düşer. Başladığı yere döner. Uyar’ın bütün şiir serüveni cennet ehli Âdem-Havva’nın ilk günlerine dönmek arzusu üzerinden okunabilir. Ahirete (hesaba) doğru değil ezeliyete (masumiyete) doğru gitmek ister. Bütün şiirlerine adını veren Büyük Saat şiiri bu arzunun, tarihi geriye doğru kat etme arzusunun ifadesidir. Tarihi bir olmaz akış gibi / Oh sanki evrenin en son gecesini yaşadım / Sanki dinozorlar ve ben ve en hızlısı öbürlerinin / Bir ilkel eşitlikte buluştuk. (Evrenin kendi kurduğu gecesini.)” der. Sonraki satırlarda bir şekilde gelmiş bulunduğu dünyada nelerle, kimlerle karşılaştığını uzun uzun sayıp döker ama her bölüm sonunda acelesi olan, gitmeye gelmiş bir yolcu gibi sorup durur: “Saat kaç?.. Saat kaç?” Kitaptaki son şiiri Binlerce’de de aynı geri dönüş izleğini takip etmesi tesadüf değildir. “Öykülerin öyküsü”ne döner: Yarınsız ve dünsüz bir mekân (cennet), bir adam (Âdem), bir kız (Havva), bir meyve (ödül) ve bir meyve kurdu (ceza)! Şair binlerce pazartesi yaşamıştır, dünya onun için pazartesi demektir. Sigara içen, yani tasalı bir adamı hatırlamaktadır. Ve dizaltıyla bir kızı. Şair yediği kirazı da hatırlar ve içinden çıkan kurdu. Dirimin ve ölümsüzlüğün sembolü kiraz ve onu içinden kemiren kurt ikilemi Uyar’ın hayat felsefesini özetler. Kurtlu kirazı istemez. Bir başka dirimci Karakoç’ta ise kirazlar ve kurtlar daima hayata, kader planına ilişkindir: “Ağaç delen kuş / Kiraz yiyen kurt / Üzüm ezen kaplumbağa / Diriliş uygarlığına küçük çile katkıları” der Karakoç, felsefî olanla politik olanı bağdaştırmak ister. Uyar’da kiraz ölüm-dirim paradoksunun sembolüne dönüşmüştür; “korkacak bir şey yok” deyişi paradoksun sorgulanamazlığına inanmasındandır, bu yüzden politikayla felsefeyi gücü yettiğince ayrı tutar. Politikayla felsefenin, kurtla kirazın ayrılamayacağını anladığında paradokstan çıkıp kozmosa dönmek ister artık. O yarınsız ve dünsüz güne dönmek, iç kabartan dolgun hazlarla yüklü akşamını tatmak ve bir oh çekmek. Kimseye kozmosun yolunu öğretmekle ilgilenmez. Tek kişilik, olsa olsa güzel ve anlayışlı bir kadına yer açabileceği iki kişilik bir evrendir onunkisi. Tarihsel şartlara göğüs gerecek, sosyal sorumluluklar yüklenecek biri değildir; bu hususta her zaman dürüst davranmıştır. Yoksa şiir toplamını neden şu mısralarla bitirsin:

 

kimsenin soyunu sopunu bulmak görevim değil

kendi öykümü düzenlemek yetiyor bana

güzel bir öğle vakti

eski güzel bir akşamı hatırlayarak

sonra dopdolu şeyler

damacanalar gibi

içim kabarıyor

 

sonu olsun diyorum

neyin sonu ama

hiç değilse bu taş basamakların

 

Muhammed SARI (12 Muharrem 1447 - 7 Temmuz 2025)