İşgal kuvvetleri propaganda yarışında birbirlerini geçmeye çalışırlarken, onca yokluk arasında tuhaf derecede zengin bir kültür hayatı yavaş yavaş yeşertilmeye başlanmıştı. Daha 1945 yılında, “yıkıntıların altından hala ceset kokuları sızmaya devam ederken” Ruslar Devlet Operası’nı görkemli bir törenle açmışlardı. Şıkır şıkır aydınlatılmış, kırmızı pelüşlü Admiralspalast’ta Gluck’un Orfeus’u sahnelendi. Amerikalı askeri personel Uegene Onegin’i ya da Rigoletto’nun elbette ki antifaşist yorumunu izlerlerken briyantinli, tıknaz Sovyet albayları onlara sırıtıyordu, müziğin sesine madalyaların şıngırtısı karışıyordu.Frances Stonor Saunders
Bu serinin ilk yazısına “Kefeni Yırtmak” adını vermiştim. Oradaki tasvire göre kefenlenip orta yerde bırakılmış, akıbetini bekleyen bir canlı cenaze vardı. Ve orta yerde bırakılması sebebiyle cenazenin kurtlar, kurtçuklar tarafından parçalanma tehlikesinden söz etmiştim. Yazının üzerinden bir seneden biraz fazla geçmişken sahneyi gözden geçirmek durumundayım: Görülüyor ki cenaze kefenlenmiş hâliyle bile, yani “unutmayı seçtiğimiz şeylerin hatırlatıcısı” olmak bakımından tehlike arz ettiği için defin işlemlerine başlanmış. Kefenlenmiş canlı cenazemiz artık tabuta konmuştur ve tabutun kapağının sıkıca çivilenmesine geçilmek üzeredir!
Türkiye Cumhuriyeti ne demokratik ne otokratik ne oligarşik ne bilmem ne esasına dayalı olarak yürümektedir. Mahkeme salonundan çarşı pazara, medyadan sınıflara, sahnelerden tarlalara kadar her yerde ne olduğumuzu, kim olduğumuzu bilmemenin emareleri ayan beyandır. Daha kötüsü ne ve kim olmak istediğimizi de bilmiyoruz, ağzımıza konan düdükleri öttürüyoruz, o kadar. Boş konuşuyoruz. Söylediklerimizin altı boş, elementer seviyede dahi dünyanın ahvaline dair bilgi sahibi değiliz. Söylediklerimizin üstü de boş, çünkü bir davayı yüklenmiş götüren yüksek vasıflı bilirkişilerin korumasından mahrumuz. İki mahrumiyet arasında bilgisizlikten ve yönsüzlükten kırılıyoruz. Hem de bilgi ve hız çağı(!)nda. Neden böyle? Çünkü Türkiye Cumhuriyeti bir şey olsun diye değil hiçbir şey olamasın diye, belli bir pozisyondan milim kıpırdamamak şartıyla devamına göz yumulmuş bir ülke. Bulunduğumuz pozisyonda ne yeterli güneş ne hava ne su ne de toprak var. Göremiyoruz. Çakılmak üzere olan tabutun tahtası, kefenin örtüsü ve en önemlisi kendi göz kapaklarımız bilincimizi perdeliyor.
Türkiye her turda tur süresini biraz daha düşüren bir yarış arabası gibi. “Yüzyılın felaketi” dedik ama senesine varmadan deprem gündemden düştü. Gazze birkaç ayda yok oldu ve durum normalleşti bile. Geçen ay nükleer savaşın kaçınılmazlığından hepimiz emindik, şimdi füzeleşme nasıl başlamıştı hatırlayan yok. Son bir haftadır ise “terörsüz Türkiye” sloganının rüzgârıyla hızlandırılmış bazı gelişmeler yaşanıyor. Böyle bir dünyada hiçbir şeyin özgül ağırlığından bahsedilemez. Zaten 15 Temmuz’dan bu yana olan biten şeylerin kendi başlarına bir anlamı yoktur, asıl olacakların zemini hazırlanmaktadır. Algılar olguların önüne geçmiştir bir kere. Gerçekte ne olup bittiğine dair sağlıklı bilgi alabileceğimiz kanallar yok denecek kadar az. Devlet istihbarî hassasiyet gerekçesiyle “terörsüz Türkiye”nin aslı astarına dair bilgi paylaşmıyor. Buna rağmen bütün tartışmayı medya üzerinden halka yaptırıyor. Zekice bir taktik. Bazı operasyonlarda sütliman kamuoyu yerine kontrollü kaos daha iyidir. Devlet geniş halk katmanları arasında birikmiş ve öngörülemeyen enerjiyi azar azar harcarken siz de kendi yankı odanızda kendi rızanızı kendiniz üretir, rahatlarsınız!
Biliyoruz ki bu tarzı, yani modern propaganda ve psikolojik harbi İngilizler icat etti. Hem de Türkler, Araplar ve Kürtler üzerinde test ederek! Propaganda ve manipülasyon şüpheli veya marjinal bulunan unsura dair algıyı ve pozisyonu adım adım değiştirmeye yarar. Önce zemin yani kamuoyu bazı “teaser”larla ısındırılıp hazırlanır. Sonra takip edilemeyecek yoğunluk ve takat getirilemeyecek şiddetteki hadiseler boca edilerek kitle şoka uğratılır. Ardından doz düşümüyle kitelelere nefes aldırılır, daha doğrusu kanaatlerini “güzellikle” değiştirmeleri için mühlet tanınır. Son aşamada çatlatılmış kanaat/duygu bloklarının yarıklarından içeri sızılarak süreç haklılaştırılır, yeni norm yerleştirilir. Her safha kendi içinde birçok alt başlık ve sayısız kombinasyon barındırsa da ana işleyiş pek değişmez. Şuna dikkat etmek lazım: Propaganda ve manipülasyon tarihi hakkındaki bilgilerimiz propaganda ve manipülasyon eylemleri karşısında fazla bir anlam taşımaz. İnternetteki arşiv, hafıza, kayıt maksatlı hesapların kendi başına anlam taşımaması gibi. Bilgi onu kullanan kişiye, onun kullanıldığı bağlama göre işlev kazanır. Arşiv bilgisi pasif, onu kullananın iradesi aktiftir. Öyle olmasaydı çeyrek asırdır kitlelerin önüne saçılan “gizli dosyalar”a rağmen devletlerin küresel ve bölgesel ölçekteki merkezîleşme, otoriterleşme eğilimini açıklayamazdık.
Propaganda ve manipülasyon bir yandan unutulmuş bilgiyi harekete geçirerek diğer yandan açık bilgiyi çarpıtıp karartarak yol alır. Bilgiyi, yani aslında insanı. İnsan harekete geçip geçmemek, önüne konanı seçip seçmemek konusunda bir irade gösterirse işlerin rengi bir anda değişebilir. Sıradan insanlar istihbarî algoritmayı görüp gücü yettiğince şahsî tedbir alsa bile yola epey taş koyabilir. Elbette istenen bu gibi insanların kendi aralarında da tesanüd göstermeleridir ama bunun giderek zorlaştığı bir zaman dilimindeyiz. Ama evvela kendimizi gözden geçirmeliyiz. Herkes (diyelim ki 40 yaş üstü herkes) son yirmi yılda majör olaylar karşısında yaşadığı duygu ve düşünce değişimlerine baksın: Nereden nereye gelinmiş? Hangi evetler hayır'a dönüşmüş, hangi hayır'lar evete? Yatışan hatta aksine dönüşen öfkeleriniz hangileri? Nefrete ve düşmanlığa dönüşen hayranlıklarınız neler? Hayat çizginiz dünyanın gidişatıyla muvafık olmaya doğru mu seyrediyor başka bir yöne doğru mu? Hâlâ kırmızı çizgileriniz var mı? Kırmızı çizgilerin rengi değişti mi? Hayatınızda değişmeyen şeyler var mı? Değişmemenin gerekçesi haklılık mı yoksa alışkanlık, korku, yetersizlik gibi saiklere mi dayanıyor?
Algı operasyonunu etkisiz kılacak hamlelerden biri kırmızı çizgileri savunan birinin beyaz torosları savunuyormuş gibi gösterilmesine karşı ses çıkarmaktır. Mîsâk-ı Millî deyince Yeni Osmanlıcılık, Sünnîlik deyince küresel cihad, Türklük deyince Turancılık karikatürlerinin piyasaya sürülmesine itiraz edilmesi gerektiği gibi. Yorucu ama açıklamak, hep açıklamak, belki açıklamalarımızı da açıklamak zorundayız. Çünkü üzerimize örtülen perde kat kattır. Ne olduğumuzun yanına ne olmadığımızı da muhakkak ekleyelim. Her tanım, ne olduğu kadar ne olmadığıyla da anlam kazanır. “Ne olmadığını” söylemeyen tanım “tanınmaz hâlde”dir.
Muhammed SARI (17 Muharrem 1447 - 12 Temmuz 2025)