Mahkeme kararlarının alnında şu ibare yazardı: “Türk milleti adına!” Bu cümle ilk bakışta ruh çağırma ritüellerindeki gizemli sözleri hatırlatıyor. Çocukluğumuzun çizgi filmlerindeki “Gölgelerin gücü adına!” haykırışının da bu çağrışımda payı var elbette. Yargı(lama) gücünü elinde bulunduran kahramanımız bu söze ancak son çare olarak başvuruyordu, olur olmaz işler için asla kullanmıyordu. “Türk milleti adına!” alınlığı hâlâ kullanılıyor mu bilmiyorum. Kullanılmıyorsa da şaşırmam. 2002’den bu yana yaşananlar “Türk” ve “millet” kelimelerini o kadar çarpıttı, öyle törpüledi ki kullanılıyorsa bile içi boş bir serlevha olsa gerek. Hâlbuki hukukî bir hükmün keyfî ve mahreçsiz olamayacağına delil olarak bu ibare yeterdi. Bu memlekette doğru ve yanlış memleketin nomosuna (İslâmlığa) göre doğru ve yanlıştır, denmiş olunurdu. Bugün bir “göre”miz kaldı mı? Türk denen hayaleti gören işiten kaldı mı? Sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda herkes başka hayaletler nâmına ahkâm kesiyor, kurbanını o hayaletlere adıyor, o hayaletler adına para bastırıp hutbeler okutuyor. Çağırma seansları bittiğinde muhtemel ki hayaletlerden biri gelecek. Herkes gaipten neyi çağırdığına dikkat etsin.
Bir hayaleti ete kemiğe büründürüp beden sahibi kılan da siyasal bir güce dönüştüren de meşruiyet kaynağıdır. Hayaletler bir anlığına “varmış gibi” görünebilir ama varlığının şüphe götürmemesi için meşruiyetini ispat etmesi gerekir. Osmanlı en güçlü çağında dahi meşruiyetini gaza ve cihaddan alıyordu. Halkın bütün sıkıntılara rağmen ona itimadı da buradan kaynaklanıyordu. İşlerin yürümesi için meşruiyetin ve itimadın kaynağı -sureta bile olsa- aynı olmak zorundadır. Türk töresine göre “nâmına” hüküm verilen ile “uğruna” boyun eğilen aynı olmalıdır. Halk bugün olduğu gibi o zaman da nazarî tartışmalarla ilgilenmiyordu. Devletin başta (padişahta) ve sonra (kadıda) İslâm olup olmadığına bakıyordu. Böyle söyleyince halkın anlamazlığına, umursamazlığına imâda bulunduğumuz sanılmasın. En aşağı rütbedeki kadı, halkın gözünde “bile” edatıyla bile kızına kusur bulunamayacak evsafta biri olmak zorundaydı. Bu bakımdan halkın bir zamanlar yargı kriterlerinin çok yüksek olduğuna pekâlâ hükmedilebilir. Bu basit, yalın, acımasız kriterler sayesinde devlet hizada tutuluyordu.
Modern zamanlara geldiğimizde devlet yeni bir meşruiyet kaynağı, halk yeni bir itaat gerekçesi bulmak zorundaydı. Siyasi literatürümüzde meşrutiyetli, cumhuriyetli, tek partili, çok partili, darbeli, muhtıralı, koalisyonlu, ittifaklı gibi isimler alan bütün hercümerçlerin esas sebebi meşruiyet krizidir. Son yıllarda sıkça tartıştırılan anayasa, hiçbir zaman Türkler için bir meşruiyet kaynağı olma katına yükselememiştir. Gaza ve cihadın sağladığı meşruiyete kıyasla “anayasal meşruiyet” siyasal cebir hakkını ele geçirmiş olanların ürettiği ikincil bir çıktıdan, seküler bir teolojiden ibarettir. Devletin meşruiyet söylemi bugün “bir zamanlar yapmıştık, yaparsak yine biz yaparız”a kadar gerilemiş durumda. Fakat asıl sorun halkın artık bu söylemi satın alması, almak zorunda bırakılması, almak zorunda olduğunu sanmasıdır. Tüccarların icadı olan modern devlet geçimini sürekli “bir şeyler satarak” sağlamaya mecburdur, halk ise ayakta kalabilmek için iktisat etmek, sadece veya evvela hayatî olanı seçmek mecburiyetindedir. Alanın şu veya bu şekildeki rızası, zamanla satanı nimetten saymaya sebep oldu, oluyor. Türkiye’de devletin meşruiyet kaynağı ile milletin itaat gerekçesinin farklılaştığının anlaşılmaması, yani illüzyonun sürdürülebilmesi için muhafazakâr retorikler fasılasız şekilde devrede tutuluyor. Yapay zekâ destekli animatörler marifetiyle muhayyel devlet ve muhayyel millet el ele gösteriliyor.
Bütün beceriksizliklere, aksaklıklara rağmen illüzyon işe yarıyor. Çünkü seyirci bileti yansın istemiyor! Aktörler espri yapmadan kahkaha patlatmaya, aktris yüzünü asmadan ağlamaya hazır herkes. Hukuksuzluk ayyuka çıksa da halkın devlete atfettiği tarihsel değer hemen her defasında ayyukun üzerinden aşıyor. Minare kılıfa sığıyor, çünkü hırsız zorluk çekmesin diye mal sahibi minareyi dikerken kılıfını da bizzat diktiriyor. Devlete olan inancın milletin kendine olan saygısıyla ters orantılı konumlandırılmasını tartışamıyoruz bile. Bu yüzden yalanlar sinsice değil, gözümüzün içine baka baka söyleniyor. “Devletin bir bildiği vardır”dan ötesini bilmeyen, bilmek de istemeyenlerin memleketin mukadderatı hakkında söz sahibi olduğunu sanması, devletin bilgiye dayanmayan ve bilgi paylaşmayan yönetim tarzını pekiştiriyor. Devletin canına minnet! Fatih’ten beri böyledir zaten: Türkiye’de devletin temeli devlettir.
Türkiye’de devletin temeli devletse ve kimse bundan şikâyetçi değilse şizofreni hepimize bulaştığı içindir. Devletin kerametinin kendinden menkul olduğu kanaati bir kez yerleşti mi, bilhassa devlet içindeki kritik birimlerde şizofrenik yapılanmaların kapısı açılır. Her kritik birim kendi meşruiyetini kendi varlığından devşirdiğini düşünmeye, hatta zımnen veya açıkça bunu iddia etmeye başlar. “Kendine mahsus kanunu olmak” ile “kanunda mahsus yeri olmak” birbirine karışır. 2002 öncesindeki düzen artıklarının “derin devlet”in varlığına inanması, işi ileri götürüp kendilerini “derin devlet” sanması, nihayet uluslararası güçlerin kuklası olduklarını acı acı anlaması veya hâlâ anlayamaması bu yaygın şizofreni sebebiyledir. Halk bu hususta daha korunaklıdır, çünkü bilgiden izole bir konumdadır. Halkı cehaleti korumaktadır! İhtilâl, iflas, işgal olmadıkça halkın bu bahislere uyanma ihtimali zayıflatılmış, uyanır gibi olsa bile bu bahislerde sağlıklı bilgilenme ve açıkça konuşma hakkı elinden alınmıştır.
Korunaklı cehaletten kurtulmak, şizofrenik yapılanmalardan kurtulmak... Ruhumuzu kurtarmanın yolu buralardan geçiyor. Biz macera meraklıları gibi ruh çağırmıyoruz. Ruhumuzun sesini tekrar duymaya, duyurmaya çalışıyoruz. “Türk milleti adına!” bizim için gizemli ritüellerden alınma bir cümle değil, epik bir hitap. Tarihten gelip gaibe giden bu hitap cevapsız bırakıldığı takdirde meşruiyet ve hâkimiyet bahsinde bizi zillet ve mahkûmiyet bekliyor.
Muhammed SARI (6 Zilhicce 1446 - 2 Haziran 2025)