“By-pass” tabirini Turgut Özal’ın Amerika’daki kalp ameliyatı vesilesiyle öğrenmiştik. Ablam by-pass’ı okul sözlüğünde bulamamıştı ama kelimenin ne anlamda kullanıldığını haberlerden az çok sökebiliyorduk. Yanılmıyorsam kelimeyi amcam açıklamıştı bize. Sonraki yıllarda bu kelime gazeteci milletinin de etkisiyle kısa sürede “by-pass etmek” fiiline dönüştü, gündelik dile girerek kullanım alanı hayli genişledi. Bugün TDK kelimeyi “baypas” şeklinde Türkçeleşmiş gösteriyor ve “köprülemek, devre dışı bırakmak” karşılığını veriyor. Kelimeler bir kez ıstılahî bağlamdan çıkıp hayatın ve mecazın konusu oldu mu çaplarının ne kadar genişleyeceğini kimse kestiremez. Bugün eski-yeni çatışmasının yaşandığı bütün bağlamlarda bu kelimeyi kullanabiliyoruz. Hatta baypas edeni güçlü veya gaddar, baypas edileni zayıf veya mağdur gibi algılıyoruz. Üniversitedeyken bu kelimeyle ilgili bende özel bir bağlam bile oluşmuştu. Amerikalıların “Turgut Özal köprülemesi”yle 12 Eylül rejiminin tıkadığı söylenen damarlara baypas uyguladığını, ülkenin can damarlarını liberalizme açtığını düşünüyordum. FSM köprüsünün açılışındaki mercedesli Özal çifti gözlerimin önünden gitmiyordu.
Menderes tıpkı Özal gibi, Erdoğan ise tıpkı bu ikisi gibi “baypas etmek” denince akla ilk gelen siyasî figürler. Türkiye ile Amerika arasındaki köprülerin çoğu bu siyasetçiler eliyle inşa edildi. Hâlbuki iki ülke arasında birçok doğal ve tarihsel engel vardı. Engeller aşılmak içindir diyorsanız siz de kendinizi dünyadaki liberal akışa kaptırmış sayılırsınız. Nitekim gövdenin sağlam yerlerinden alınan yeni damarlar kan akışını eskisinden daha güçlü hâle getirdi. Gövde siper edilememiş, “hayasızca akın”ın önü açılmıştı. Baypasçı siyasetin başarılı olabilmesi, daha önemlisi haklılığını ispat etmesi için bazı unsurların devre dışı bırakılması veya çoktan devre dışı kalmış olması gerekiyordu. Bu unsurların başında meclis ve istişare kurumları geliyordu. Baypas usulü Mustafa Kemal’den beri değişmedi. Belki Tanzimat’tan beri. Meşrûiyet ile hâkimiyet arasındaki köprüyü güçlendirmek kimsenin işine gelmemişti. Ne Müslümanların kendi işlerini kendilerinin görmesine fırsat verilmiş ne işbaşına gelmelerine izin verilmişti.
İdeal durum Müslümanların kendi aralarındaki kanalları açık tutması, dayanışma ve uyum içinde olmasıdır. Buna rağmen tarih boyunca Müslümanların birbirleriyle ölümüne rekabet etmelerini nasıl anlamalıyız? Sorunu sadece siyasetin kitleleri kendi çıkarları için manipüle etme kabiliyetiyle açıklayamayız. Müslümanlar arasındaki derin siyasî ayrılıklar genellikle İslâm’ı kavrayıştaki derin farklılıkların yansımasıdır. Örneğin Raşid Halifeler devrinde sahabenin siyasî tutum farklılıkları meşrep ve yordama müteallik olmuştur. Onları birbirlerini tekfir ederken değil, usûl ve üslûp bakımından sükûnetle veya hararetle ikaz ederken görürüz. Bu yolu terk edip halifeleri ve sahabeleri siyasî ve/veya şahsî saiklerle katledenlerin İslâm’ın dışına doğru adım atmaya yaklaştığını bilmemiz lazım. Çünkü istişare kalkınca ilişkilere en acımasız anlamıyla siyaset hâkim olur. Meclis kapanırsa “siyaset meydanı” kurulur. Emevîlerden bu yana dünyaya bakışımıza “siyaset meydanı” mantığı hâkimdir.
Meclis en hamiyetli, en kabiliyetli siyasetçileri bir araya getiren çatı olmalıydı. 1925’ten sonra bu hiç olmadı. Öyleyse -araya karışan bir avuç istisna hariç- vekillerin milleti temsilinden bahsedilemez. Fikirleri olmayan, olsa da sorulmayan bugüne kadarki on binlerce “vekil” 2018’deki sistem değişikliğinden sonra hukuken de baypas edilmiş oldu. 2018 hamlesi, farklı saiklerle de olsa 1925 hamlesini tamamladı. Meclis bir vakitler imkândı, şimdi bir ihtimal bile değil. Karar alıcılar ile millet arasındaki organik bağ zaten 1925’ten sonra sembolik bağa indirgenmişti. 2018’le son sembolik bağa da kastedildi.
Bağa kastedildi ama hâlâ iki taraf var. Devlet ve millet birbirlerine katlanmak şeklinde de olsa varlıklarını sürdürüyor. Hâlbuki son yirmi yılda devlet-millet mesafesinin azaldığına, hatta kapandığına dair sayısız görüş serdedilmişti. Seçim sonuçlarına ve gündelik hadiselere bakarak bu izlenimi edinmek zor değil. Peki, bu görüşü savunanlar “millet meclisi”nin devreden çıkarılmasını nasıl açıklıyor? Cin fikirlilerin açıklaması şu: Devlet (yahut onu temsil eden grup) milletle doğrudan temasa geçmenin önünde engele dönüşmeye başlayan bir kurumu baypas etti! Talepler aşağıdan yukarıya daha hızlı, kararlar yukarıdan aşağıya daha etkin biçimde ulaşmaya başladı! Hızlı ve etkin olduklarına şüphe yok. Fakat neden çalışan veya çalışması pekâlâ sağlanabilecek tarihsel değeri haiz bir damara baypas yaptıklarına cevap veremiyorlar.
Recep Tayyip Erdoğan, Adnan Menderes’in yanlışlarını (?) yapmadığı için ve Turgut Özal’ın doğrularını (?) yaptığı kadar yoluna devam edebildi. Fakat şu da var: Tayyip Erdoğan, Adnan Menderes’in doğrularını feda etmek ve Turgut Özal’ın yanlışlarını kökleştirmek suretiyle tarih nazarında kendini geri dönülmez bir yola soktu. Bu da zaferinin bedeli oldu, olacak. Yanlış anlaşılmasın: Erdoğan’da ne kurban ne kahraman olacak göz vardır. Biz aynada kendimize bakalım. Nasibimizde yazan kurbanlık mı kahramanlık mı anlayalım.
Muhammed SARI (12 Zilhicce 1446 - 8 Haziran 2025)