BİRİLERİNİN ANASINI AĞLATAMADIĞIMIZ İÇİN

Barış, savaşın ardından yapılır. Ve savaş iki taraf arasında yapılır. Savaştan ve barıştan bahsettiniz mi orada ikilik olduğunu kabul etmişsiniz demektir. Kürtler “biz”in ötekisi mi? Türkler “biz”in berikisi mi? Soruları böyle sorarak ben de saçmalıyor, ikilik fikrini pekiştiriyor olabilirim. Bunları bir kez ayrı ayrı zikrettiyseniz işiniz bitmiş demektir, geçmiş olsun! Konuşulacak diğer bütün şeyler tâlî meselelerdir. “Tâlî” deyip küçümsediğimi zannetmeyin. Aslî kavgaların görünmemesi için bütün dünyada siyaset tâlî meseleler üzerinden yürütülür. Demokrasi tiyatrosu bu tâlî meselelerin medya sahnesinde temsiliyle cereyan eder. Her akşam kapalı gişe oynanmasına hacet yoktur. Aslolan sahnenin boş kalmamasıdır. Bir gün pax oyunu oynarsın, öbür gün terreur.

“Terörsüz Türkiye” sloganı “Yeni Türkiye” sloganının devamı. Yani “henüz ve hâlâ başarılamamış bir görev”in peşine düşmüştür birileri. Ben ise “terörsüz Türkiye” yerine Türkiye'siz bir terör ihtimalinin konuşulmasından yanayım. Çünkü terör tanımı gereği Türkiye'siz de devam eder. Fakat Türkiye var olduğu müddetçe terör (!) kaçınılmazdır. Şayet hainlerin ve zalimlerin hasmı ise Türkiye’nin kıyamete kadar düşmanları olacaktır. Korkum, Türkiye’nin var olmadığı bir dünyada terör neymiş cümle Müslümanların acı acı öğrenmesidir. “Düşmansızlık” algısı pompalayanlar bile bile Türk ve dünya tarihine aykırı bir söz ediyor. “Analar ağlamasın.” sözü de bu bilinçli çarpıtmanın paravanı. Türkiye gibi bir ülkenin düşmanları hiç bitmeyeceği için cihad bahsi de daimidir. Bir erkek Allah yolunda cihad ettiğine inanıyorsa, bir ana oğlunun mücahidliğine şahitse ağlamaktan korkulmaması beklenir. Şehadetten daha üstün bir makam bilmiyorsak “analar ağlamasın”ı nasıl zikredebiliyoruz? Türkiye’nin tarihsel rolü “analar ağlamasın” gibi renksiz, kokusuz bir reklam spotuna indirgenemez. Rengimizi, kokumuzu kaybediyorsak bu birilerinin anasını ağlatamadığımız içindir. Daha korkuncu, verilen mücadeleye “cihad” denilip denilemeyeceğine dair derin bir bilinç kaybı yaşandığı içindir. İnsanlar en az 20 yıldır, gerçekte ise 65 yıldır adım adım bu bilinç kaybına sürükleniyor.

Sorular açık: “Türkiye savaşıyor muydu?” Cevap vermek zor. “Türkiye PKK’ya karşı cihad mı ediyordu?” Buna cevap vermek daha zor. Olan bitenlere dönem dönem, hadiseden hadiseye başka isimler bulmak gerekir belki. Türkiye’nin savaştığını, hatta cihad ettiğini kabul ettik diyelim. O zaman şu soruya cevap vermek gerekir: “Türkiye kırk yıldır PKK ile mi savaşıyordu?” Öyle olsaydı “terörsüz Türkiye” lafının asgarî bir anlamı olurdu. Ama biliyoruz ki PKK, Türkiye’nin en zayıf düşmanıydı, çünkü en açıktaki hedefti. Ateşli silahların ötesinde PKK eliyle yapılanlar bilançonun asıl karanlık tarafıdır: Kürt medreseleri çökertildi, hayvancılık bitirildi, Kürtler uyuşturucu ve kaçakçılıkla bilinir oldu, kimlik ve sınır kavramları tartışmalı hâle getirildi, anne dili farklılığı ayrılıkçı bir koz olarak kullanıldı, Kürt çocukları sekülerleştirildi vs vs. Bu alanlarda hiçbir hakiki mücadele verilmedi. Yani harcanan trilyon doların hayırlı sonuç vermesini beklemek ham hayaldir. İnsanlar ekranlara farklı renklere boyanmış parçalı haritalar çıkarıyor ve bakın işte kazandık diyor! Düşman (!) sınırda bağımsız bir bölge kazanıyor ama birileri işte düşmanı sınır dışına attık diyor. Bir taraf ahlaksız diğer taraf ahmak olduğu sürece anadan üryan gezen krala kimse yuh çekmeyecek. Yeni Anayasa süreci inkıtaa uğrar uğramaz sahneye çıkıp Gezi Parkı eylemlerini ateşleyen Sırrı Süreyya Önder kralın kim olduğunu biliyordu ve çıplaklığından haberdardı. Bugün onun ardından hüsnüşahadet edenler kendilerinin bile kim olduğunu bilemez haldedir.

Lozan’da Kürtlerin gayrimüslim olarak zikredilmemesi şer’î ölçüler açısından da güven ortamını tesis ve teyid etmişti. Kimin millet-i hâkime kimin baldırı çıplak olduğu açıklığa kavuşmuştu. Fakat Lozan’ın hemen ardından Kürtler önce bir güven sorunu yaratılarak, sonra güvenlik sorununa dönüştürülerek Türkiye’nin varlık şartlarına ölümcül bir darbe indirildi. Lozan’dan 100 yıl sonra bile aynı sorunları, özellikle de Yeni Anayasa’yı konuşuyoruz. Sürecin hitama ermesi için önce PKK meselesinin halledilmiş görünmesi gerekiyordu ki Yeni Anayasa’yı PKK unsurlarıyla birlikte ve Pax Americana (yani “çatışmasızlık”tan doğacak yeni kâr kaynakları, yeni pazarlar) uyarınca yazmanın zemini oluşabilsin. Trump’ın “Gazze’yi turizme kazandırma” planı da aynı “çatışmasızlık” söyleminin eseriydi. İşler şimdilik planlandığı gibi gidiyor. Türkiye üzerinde emelleri olan odaklar arasında bir niza doğmazsa veya içimizden “Analar ne yiğitler doğurmuş!” dedirtecek seçkin kimseler çıkmazsa işimiz zor. Yiğit dediğin bir günde yetişmez. Önce ömrünü buna vakfedecek anaların çıkması lazım.

Pax Americana analara tek şey teklif ediyor: “Daha fazla ağlamak istemiyorsan ağladıklarının üzerine bir sünger çekeceksin!” Bugün bu şantajı müjde gibi sunan ve karşılayan sayısız insan var. Bu güruhun mürekkep yalamışları ise bizi “soğuk savaş konseptine takılıp kalmak” ithamıyla ilzama çalışıyor. Anaların ağlamamasının yolu gerçekte onları sahte düşmanlıkların mağduru yapmamaktan geçiyor. Aksine bir de sahte barışın şantaj malzemesi haline getirilerek anaların değil torunların ağlamasının da yolu açılmış oluyor. Meseleler bir yönüyle bu kadar basit, fakat anlaşılmaması için her şey akıl almaz derecede zorlaştırılıyor. Bir türlü Türkler lehine, dünya sistemi aleyhine bilinçli bir kamuoyu oluşamıyor. Bunun en büyük sebebi 65 yıldır aralıksız istihbarat manipülasyonu altında karakteri aşındırılan Türk toplumunun kendisidir. Acı ama böyle.

Muhammed SARI (13 Zilka’de 1446 - 11 Mayıs 2025)